top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara

"Yazdığım her hikayenin içinde yer alan herkeste kendimi tek tek görmezsem yazmanın ne önemi var ?!"

Yazarın fotoğrafı: Şule TüzülŞule Tüzül

Şule Tüzül, Mahir Ünsal Eriş ile 80’li yılların karanlığına iç sızlatan bir çocukluk hikayesinin içinden bakan yeni romanı Tatil Kitabı özelinde söyleşti: "Geçmişte kalıp buharlaşmış, yalnızca silik, mahzun anılarda fragmanlar halinde yaşayan bambaşka bir gezegenin hikayesi"



Mahir Ünsal Eriş'in son romanı Tatil Kitabı, sekiz yaşındaki Münevver'in Almanya'dan gelip Türkiye'deki akrabalarının yanında geçirdiği bir yaz dönemini anlatıyor. Üç dört ay süren bir zaman diliminde küçük bir kız çocuğunun 80'ler Türkiye'sinin siyasi ve toplumsal tarihinin gölgesindeki büyük dünyasına konuk oluyoruz. Romanın sonuna kadar tam anlamıyla bir masalın içinde ilerliyoruz. Onca kötülüğün içinde kötülüğün giremediği bir mahalle halkı, yoksul ve yarı aç yarı tok yaşayan insanların her lokmayı başkalarıyla paylaşma çabası, hiçbir çıkar beklentisi olmadan birbirine yardıma koşan, her buldukları fırsatta gülmeyi ve neşelenmeyi başaran insanlar, sokakta doyasıya oynayabilen tüm mahallenin sahiplendiği çocuklar. Gerçek olamayacak güzel bir yaz, o nedenle bir masal. Ama masalın içindeki her şey gerçekten yaşandı bir zamanlar. Belki o nedenle hem büyük bir özlemle hem de içimiz sızlayarak okuyoruz Tatil Kitabı'nı. Roman biterken masal da bitiyor. Öyle bir şekilde bitiyor ki gözyaşlarımı tutamıyorum. Romanın duygusu içimde demlenirken Mahir Ünsal Eriş'le kitaba dair bir söyleşi gerçekleştirdik. 



Tatil Kitabı nasıl doğdu, bir roman olma yolunda nasıl gelişti, süreçten kısaca bahsedebilir misin?                      

Doğrusunu söylemek gerekirse kitabı düşünmeye yaklaşık üç yıl kadar önce başladım. Hatta ilk kısımlarını yazmıştım bile. Ancak tam o noktada bir talihsizlik oldu ve en yakın arkadaşlarımdan birini, Ferit Güleç'i kaybettim. Bu Ferit'le de epey konuştuğumuz bir öykü olduğundan mıdır bilmem, o ölünce bir daha elim gitmedi romana. Biz neredeyse doğduğumuzdan beri arkadaştık. O daha bir şeyi söylemeden ben onun sesinin tonunun nasıl çıkacağını bile bilirdim. Bir gün, yine, Ferit'i düşünürken onun acısına üzülüp romanımı yarım bıraktığımı öğrense buna ne kadar gülüp alay edeceği canlandı gözümde. Ve yeniden döndüm Tatil Kitabı'na. Münevver'in hikayesi, üzerine defterler doldurduğum, uzun uzun düşünüp dertlendiğim bir hikayeydi. Yine de bana kalırsa roman Münevver'in hikayesidir dersem eksik söylemiş olurum. Geçmişte kalıp buharlaşmış, yalnızca silik, mahzun anılarda fragmanlar halinde yaşayan bambaşka bir gezegenin hikayesidir bana kalırsa. 



Ne güzel özetledin. Hem Münevver'in hem de o bambaşka gezegenin hikâyesini 1980 yılının yaz mevsiminde yaşananlar üzerinden anlatıyorsun. Ben o zaman on yaşındaydım ve evet Ankara'da bizim yaşadığımız mahalleler de böyleydi. Annem Bigalı, bu nedenle romandaki gibi biz de sabahtan akşama kadar sokakta geçirir, acıktık mı annemin verdiği üstüne salça sürülmüş ekmek dilimlerini yer oyuna devam ederdik. Çok uzak masal gibi bir geçmişi okumak hem çok iyi geldi hem de içimi sızlattı, nasıl bu hale geldik, toplum olarak birbirimizi nasıl bu kadar tükettik... 1980 doğumlusun. Hem o günün Türkiye'sini hem de o Türkiye'deki çocuk dünyasını o kadar iyi anlatıyorsun ki, üstelik onlarca detay var, bunu nasıl başardın merak ediyorum doğrusu. 

Mahzun anılara karşı hafızam çok kuvvetlidir benim, belki de ondan. Mezuniyet törenini değil o yıl iki tane zayıfı olduğundan okulu bitiremeyip ağlayan arkadaşımı hatırlarım mesela. Hep böyle olageldim. Öte yandan, anne ve babamla aramdaki yaş farkı sadece yirmi iki. Yani benim çocukluğum onların da hiç unutamadıkları gençlik yıllarına denk geldiği için o zamanlar benim yaşamımda hep evin bir köşesinde asılı duran bir tablo gibi canlı ve seyre açık halde kaldı bu yıllar. Hepsine ilaveten ben ayrıntıları seviyorum. Her devrin, her ruh halinin, her yerin kendince ayrıntıları, orayı, o şeyi kendisi kılan detayları var. Onlara meraklıyımdır genelde. Zihnim benim çöp evimdir bu yüzden.


O çöplerden harikalar yaratmışsın öyleyse. O detayların her biri öyle incelikli zamanları anlatıyor ki romanı masal gibi okumamıza büyük katkı sağladıklarını düşünüyorum. Romanın ilk sayfalarında çok etkilendiğim bir memleket tasvirin var:

"Memleket, bahçe içinde, kırık dökük ama temiz ve tertipli, kireç boyalı, duvarlarına kızartmayla tüp gaz kokusu sinmiş tek katlı bir evdi. Anlatıla anlatıla bitirilemeyen, havasında ve suyunda bile nice kerametler, sihirler saklayan, babasının dinlediği tıngır mıngır türkülere, annesinin gözünden yaş döke döke ablasına yazdırdığı mektuplara sığmayan o yoksul ama mağrur, ezgin ama güneşli, güzel ama bahtsız memleket, karşılıklı iki divan, iki de koltuktu. Uzun, hem de çok uzun bir yolculuğun sonunda varılan vatan toprağı, sayısı şuncacık evi güçbela dolduracak kadar olan birkaç güler yüzlü, sevinçli insandı."

Roman boyunca bu tanıma niceleri ekleniyor. Senin memleket tanımın nedir, ne kadarı yansıdı bu romana?  

Ben memleketin bu kadar kolay tarife geleceğine pek inanmıyorum doğrusunu söylemem gerekirse. İnsanın nereye ait olduğu, neresinin ev olduğu, nerenin yurt nerenin gurbet bellendiği gibi şeyleri ilk öykülerimden beri hep dert edindim. Onları yazmazdan önce de dert ederdim ya elime kalem geçince su yüzüne çıktı tüm dertler. İnsan, sadece belli iklim şartlarında, belli toprak türlerinde yetişebilen bir bitki değil. Bundan çok yıllar önce Edinburgh'ta bir kadınla tanışmıştım. O zaman, otuz altı yıldır orada yaşıyordu, bir Türk lokantasının mutfağında mantı kapatıyordu. "Tek kelime İngilizce öğrenmedim," demişti bana. Bu kadın nereye aittir? Otuz altı yıldan sonra bir kelime bile İngilizce öğrenemediği bir gurbet hayatının ardından dönüp memleketinde, köyünde oturabilir mi? Sanmıyorum. Ama bir yanıyla buraya da ait olmamak için savaş vermiş. Bence insanın mekânı mekânsızlık duygusunun yarattığı telaştır. Bizi kök salma arayışına iten şey bu telaşın kendisidir. Bunun yansımasını Münevver'in romanda adı bile zikredilmeyen annesiyle babasında da göstermek istedim. Çünkü yazdığım her hikâyede, içinde yer alan herkeste kendimi tek tek görmezsem yazmanın ne anlamı var, öyle değil mi?



Yukarıdaki alıntıdan da anlaşılacağı gibi anlatılan hikâye kadar romanın dili de masalsı. Büyülü gerçekçi bir yanı var romanının. Diyaloglar çok gerçekçi ve şahane. Yetişkin ya da çocuk roman kahramanlarının ağzı bozuk, küfür kıyamet, içlerinden ne gelirse söylüyorlar, buna rağmen kaba değil, son derece incelikli insanlar hepsi, böyle görünüyorlar. Bunu sağlaman romanının başka bir güçlü yanı. Bu romana özel dil konusunda tercihlerin varsa paylaşabilir misin bizimle?

Epey zaman önce söylemiştim, ben annemin konuştuğu dille yazıyorum diye. Hala oradan çok uzaklaşmış sayılmam. Tabii kimi kitaplarımda başka diller de denedim ama Tatil Kitabı tam anlamıyla annemin ve çevresinin dil dağarcığıyla yazılmış bir roman. Ne şanslıyım ki bunu ona da okuma fırsatı bulabildim.



Romanının en sevdiğim yanlarından biri de 1980 Türkiye'sinin ve aslında tüm zamanların Türkiye'sinin kadınlarını anlatıyor olman. Koca Hala'nın oğlu İbo dışında tüm erkekler silik ve geri planda. Hem kadınların hem de çocukların dünyası, diyalogları yukarıda da söylediğim gibi çok gerçekçi. Nasıl bu kadar hâkim olabiliyorsun onların dünyasına?

Tatil Kitabı, daha önce de söyledim bunu gerçi, erkeklerin hiç olmadığı, olanların da neredeyse görünmez olduğu bir roman. Tek bir erkek var ışığın altında, o da İbo ve İbo da pek toplumun erkeklik kodlarına uyan bir adam sayılmaz. Ama roman yazmak bence bir yanıyla dişil bir faaliyettir. Edebiyat tarihi bunu görünmez kılmaya çabaladığı için olabilecek en maço, en eril metinleri yazmaya çalışan adamlarla doludur. Kendi edebiyatımız bile öyledir. Ama sanatsal üretkenliğin kökünde bir doğurganlığa öykünme yatar bana kalırsa. Dünyaya bir şeyler getirme telaşı yatar. Bu nedenle yazdığım şeylerde, çok erkek hikayeler anlatıyor olsam bile, kadınca bir duygu ve düşünce dünyasına hiçbir zaman sırtımı dönmemeye çalışırım. Özel bir çabayla gizlice kadınların dünyalarına sızıp gözlemler derlemiş değilim. Ama kadınların ve çocukların dünyasına kulağım her zaman deliktir. 



Çocukların dünyasına bu kadar hâkim olduğuna göre, mahalledeki çocuklardan biri sensin diye düşündüm, sana en yakın olanı hangisi? Neden?

- Daha adlı adınca söyleyeyim, ben romanda zaten bizzat varım. Romandaki hamile kızcağızın karnındaki bebek benim. Bunlar benim sevdiğim oyunlardır.



Karakter sayısı çok olan bir roman Tatil Kitabı. İsimler şahane: Şazika, Duran, Rebiye, Hükümsür, Mübeccel, Tokmiş, Evrenos. Ana kahramanımız Münevver'in ismi de öyle. İsimler konusunda özel bir çalışma yaptın mı? 

Eskiden yapardım. Ama artık anlattığım öykünün içinde yer alan karakter daha gözümde canlanır canlanmaz adıyla gelir. Hiçbirine isim aramam. Hükümsür'ün adı daha romanı yazmaya başlamadan bile Hükümsür'dü. Asiye'nin adını bir kenara not bile almadım, çünkü o kızın adı bence Asiye'ydi zaten. Dolayısıyla da ilk kitabımdaki Gülderen'den, gerçek adını bilmediğimiz Feridun'a, Gaip'teki Salih Bey'den Dünya Bu Kadar'daki Kara Bahtışen'e kadar hiçbirinin adını unutmam. Hepsinin yüzleri, birer fotoğraf gibi capcanlıdır zihnimde.



Münevver'in bir sorusuna Koca Hala'nın oğlu İbo şöyle cevap veriyor: "Başkalarının rüyalarını görmek istiyorsan kitap oku. Çünkü bence bütün yazarlar kitaplarını önce rüyalarında görüyorlardır." Öyle mi düşünüyorsun? Senin rüyanda gördüğün kitapların var mı?

Bu o kadar "tam yerine" oturan bir soru ki bilenler bunu özellikle benim sordurduğumu düşünecekler. Tatil Kitabı'yla beraber çıkan Bin 9 Yüz Seksen 3 kitabımı neredeyse tam olarak yazdığım haliyle rüyamda gördüm. İşin içine biraz anlatım, çok az da kurgu katıp yazdım. Aslında rüyamı yazmak için oturmuştum bilgisayar başına. Çünkü bende iz bırakan, hissi güçlü rüyalarımı muhakkak yazarım. Yine öyle başladım ama hikâye beni içine çekti tabiri caizse, oturup neredeyse iki günde de bitirdim. Sonra üzerinde çok çalıştık editoryal anlamda ama hikâyenin özü tam olarak gördüğüm rüyadır. 


Zehra Türk kim diye sorsam?

- Halam. Koca Hala'ya pek benzemezdi, hiç benzemezdi hatta huyu suyuyla. Ama onu çok severdim ve romanı yazarken hep gözümün önüne geldi durdu. Rahmet istedi derler eskiler, ben de ona adamak istedim o yüzden.


Romanda güldüğüm birçok yer olsa da boğazımı düğümleyen çok yer oldu. Sonunda ağladım zaten. Bu kadar hisli bir hikâyeyi yazarken senin duygusal durumun nasıldı? Doğrusu bence epey şen şakrak bir roman Tatil Kitabı. Münevver'in yaz tatili çok eğlenceli, mahalleli çok neşeli, coşkulu. Ben bu neşeyi hep birlikte kaybettiğimizi düşünüyorum artık. Neşeli olmak gülmek demek değildir sadece. Bir ruh halidir. Onu yitirdik artık sanırım. Ama şunu anlatmalıyım. Ben yazdığım şeyleri sesli okurum, zorla dinletirim de. Nasıl duyulduğunu muhakkak denemem gerektiğini hissederim. Bu romanı bitirirken annem de burada, yanımızdaydı. Her gece yazıp ertesi akşam sesli okuyup anneme zorla dinletiyordum. Arkası yarın dinler gibi merak ediyordu artık. Ben de o dinleyecek diye özellikle dikkat ederek yazıyordum. Panayırları, deniz eğlencelerini, doğum patırtılarını dinlerken mest oluyordu. Fakat son bölümü okurken, hiç böyle bir adetim olmamasına rağmen, birden kendimi tutamayıp ağlamaya başladım. Evet, saçma. Kendi yazdığım, adlı adınca kendi uydurduğum bir şeye ağlamak falan, akıllı işi değil. Meğer anneme okuduğum, okuyacağım son şeymiş bu. Belki de bunu hissettim. Hala kitabın o kısımları açıp bakamıyorum. Halbuki en iyi ben biliyorum bu hikâyenin yalnızca benim zihnimde cereyan etmiş bir kurgudan ibaret olduğunu. Hayatı anlamak, anlamlandırmak için sığındığımız edebiyatı anlamak, hayatın kendisini anlamaktan daha müşkül belki de. 


Annenle tanışma ve güzel zamanlar paylaşma şansına sahip oldum. Acınızı paylaşıyorum, onu saygı ve sevgiyle analım burada da. Senin gibi bir evlada sahip olduğu için çok şanslıydı. Teşekkürler Mahir Ünsal Eriş, hayallerimize, özlemlerimize tercüman olduğun, hatırlatıp unutturmadıkların için... 


Comments


bottom of page