Telef; Açıklanamayan Kayıp Masalları
Peyman Ünalsın Gökhan, Attilâ Şenkon’un, Galatasaray Meydanı’nda toplanan Cumartesi Annelerinin ağıtlarından ilhamla kaleme aldığı romanı Telef hakkında yazdı: "Bölümlerin içerik bütünselliği metne roman niteliği kazandırsa da içindeki altı masalı ayrı birer öykü olarak da okuyabiliriz."
Burası, yıllar geçse de acısını sağaltamayan annelerin, sevdalıların, kardeşlerin toprakları. Sabah okula uğurladığı oğlunu son defa sarıp öptüğünden habersiz analar, okuduğu aşk dolu mektupların sonuncusu olduğunu bilmeyen sevgililer, sabah banyo sırası beklerken kapı önünde atıştığı kardeşiyle son ağız dalaşı olduğundan bihaber kardeşler, ani kayıplarını içlerine sindiremeden, gözleri dinmeyen umutla kapıda, kaç yıldır bekleyişteler? Bir uzvuyla birlikte yitirdiği umutlarını hayatı boyunca telafi edemeyecek gençler, diri diri gömüldükleri karanlıklara daha kaç yıl katlanmak zorunda kalacaklar?
Ve ben, 2017 yılında İletişim Yayınları’ndan çıkan ilk baskısını tavsiye üzerine aldığım romanı okumak için neden bu kadar çok bekledim? Belki de içten içe, nicelde ufak, duyguda büyük bu romanın boğazımda düğüm, gözümde yaş olacağını biliyordum da, okumayı hep geciktirdim. Velhâsıl bir saatlik ev-iş yolculuğunda okudum bitti. Metrodan inerken yüreğimdeki ağırlıkla adımlarım da külçeleşti.
“Bizlere verilen en ağır cezadır büyümek. Keşke biz de Peter Pan gibi hep çocuk kalabilsek.” (syf.95)
Büyüdüğünde Olmayan Ülke’nin çocuklarına karışan Telef’in sözleri bunlar. Altı parmaklı bir el, üç delikli bir kafatası, eğri kaynamış bir bacak kemiği, sol kolu eksik bir iskelet ve kırık kaburgaların arasına karışacağını bilmeden kardeşi Çirok’a dert yanan Telef. Arkasında bıraktığı bir çift siyah pabucu, beyaz kapaklı Telef romanına ibretlik asılı kalan Telef. Beyaz gömlekteki mürekkep lekesi gibi, bembeyaz ümitlere düşen kapkara utanç lekesi pabuçlar. Nice Telef’ler ve nice sahipsiz kalan pabuçlar.
Bölümlerin içerik bütünselliği metne roman niteliği kazandırsa da içindeki altı masalı ayrı birer öykü olarak da okuyabiliriz. Nitekim kitabın son sayfasında gördüğümüz üzere romanın içindeki Retime’nin Masalı, Sağkız’ın Masalı, Fersude’nin Masalı üç farklı zamanda üç farklı mecrada yayımlanmış.
1962 Ankara doğumlu Attilâ Şenkon Orta Doğu Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Mimarlık bölümünden yüksek lisans derecesi ile mezun olmuş. "Anlatacaklarımın hepsi masal, gerçeğe benziyorsa bilin ki rastlantısal" diye söze başlayan Şenkon, düşünce özgürlüğünü, devrimci kalpleri zapturapt altına almaya çalışan düzenin geride bıraktığı yıkık ruhları anlatıyor. Meydanlarda toplanan, elinde, bir gece soruşturmaya alınan ve geri gelmeyen can yarısının çerçeveli fotoğrafı ile gözyaşlarını tutamayan Cumartesi Annelerini görüyoruz. Her birinin hikâyesi özel ve acı.
Şenkon, bir ropörtajında, metnin fikrinin Galatasaray Lisesi önünde, Cumartesi Annelerinden birini bir parmağında altın diğerinde ip yüzükle ve kucağında çocuğunun çerçeveli fotoğrafıyla gördüğünde oluştuğunu anlatıyor.
Birinci tekil anlatıcımız da kaybolan ağabeyinin arkasından çocukluğu sonlanan, ebeveynleri kendi yalnızlıklarına gömülen biri. Ağabeyinin kayboluşundan altı ay sonra, ilk defa evden çıkan annesiyle Galatasaray Meydanı’na gidiyor. Ellerinde çerçevelerle diğer kadınları görüyor. Annesinin “cumartesi anneleri”nden biri olduğunu öğreniyor. Kalabalık arasında otururken kadınlar teker teker masallarını anlatıyor. Anlatıcımız da bize aktarıyor o masalları. Retime’nin, bir parmağında altın, diğerinde ip yüzük taşıyan yaşlı kadının masalı ile başlıyor.
Şenkon önce ilk öyküyü yazmış, sonra diğer öyküler ortaya çıkmış. Düz yazı ile yazmaya başlamış. Bir mimar üstlendiği proje üzerinde en ergonomik, en konforlu ve şık çözümü üretmek için titizlikle çalışır. Şenkon mesleki vizyonunu edebiyatına da yansıtmış. Cümleler en doğru halini alıncaya kadar Şenkon’un filtresinden geçmiş ve metnin ruhuna uyacak nitelikte şiirsel bir anlatıma dönüşmüş.
Masallardaki karakter isimleri incelikle seçilmiş. Hepsinin yer aldığı masala yaraşır şekilde bir anlamı var. Ülmen altı parmakla doğduğu için ailesi tarafından aileye iyilikler kazandıracağına inanılıyor. Ülmen ihsan eden, ihsanı bol olan kul demekmiş. Evinde bir gazeteciyi saklayan Fersude' nin ismi hatalı basıldığı için dağıtıma çıkmayan gazete anlamına geliyormuş. 1 Mayıs günü adının anlamına inat meydanda sol yumruğunu havaya kaldıran Sağkız da Şenkon'un özenle seçtiği karakter isimlerinden. 1966’da depremde enkaz altında kimsesiz bir köpek yavrusu gibi bulduğu çocuğa yine köpek yavrusu anlamına gelen Çepik adını veren Nulipar’ın hiç çocuğu olmamış. Çepik’i kendi çocuğu bellemiş. Nulipar çocuğu olmamış kadın demekmiş.
İsimler haricinde bizi sözlüğe bakmaya zorlayan kelimeler kullanmamış yazarımız. Kolay anlaşılır bir dille yazmış. Kurduğu cümlelerdeki anlatımı güçlendirmek ve okurun zihninde betimlediği eylemi imgeleştirmek için değişik yazım teknikleri uygulamış.
“Polis sözünü duyar duymaz
Revin’in elindeki kaşık titremiş.
Sakalının arasından
incecik
bir dere gibi akmış
c
a
c
ı
k.”
(syf.67)
Masallar, aniden ortadan kaybolan gençlerin anneleri, kardeşleri, sevgilileri, ev sahipleri tarafından anlatılıyor. Umarsızca yolunu bekledikleri gençlerin ardından yakılan birer ağıt hepsi. Cumartesi günleri, yolu Galatasaray’a düşenlerin duyduğu ağıtlardan. O meydanda bir çerçeve, bir atkı, bir şapka tutan eller belki de bir zaman, tesadüfen buldukları kemikleri tutmuşlardı.
12 Mart 1995’te yoğunlukla Alevilerin yaşadığı Gazi Mahallesi’ndeki olaylardan sonra tutuklanan Hasan Ocak’ın ortadan kaybolmasından sonra 15 Mayıs’ta Hasan’ın cansız bedeni kimsesizler mezarlığında işkence yapılmış şekilde bulunuyor. 27 Mayıs 1995’te de “cumartesi anneleri” ilk defa Galatasaray önünde toplanıyor. Şenkon buradan yola çıkıyor ama yaşadığımız coğrafyada, darbe dönemlerinde, 1990’lardan günümüze, düşünce özgürlüğüne, hak ve hukuka takılmaya çalışılan kelepçeye karşı amansız mücadelede ruhlarını teslim edenlerin yakınlarının sesi oluyor. Her bir masal da bu meseleye hizmet ediyor.
Attilâ Şenkon’un masal anlatıcılığındaki becerisi çocukluk yıllarından geliyor. Yine bir söyleşide, küçükken yeni vizyona girecek bir filmin afişine bakıp arkadaşlarına o filmle ilgili hikâyeler anlattığını okudum. Filmi izleyen arkadaşı gelip “Filmi izledim, anlattığınla hiç ilgisi yoktu. Senin anlattığın hâlini daha çok sevdim” demiş. Babası ise hikâyelerini yazmada en büyük destekçisiymiş.
Herfene’nin anlattığı kırtasiyeci Beduh hakkındaki masalda metinlerarasılık anlatım tekniğine de yer vererek edebiyatımızın büyük isimlerine de dokunuyor Attilâ Şenkon. Çünkü Beduh tüm tehditlere rağmen kırtasiyeci dükkânında edebiyat kitapları satıyor. Kasaba halkı o kadar sindiriyor ki içine Firuzan'ı, Adalet Ağaoğlu'nu, Yusuf Atılgan'ı, birer roman kahramanı gibi yaşamaya başlıyorlar.
“Kimi zaman bir anne olup
kızlarının parasız yatılı sınavından çıkmasını,
kimi zaman bir otel kâhyası olup
gecikmeli gece treninin gelmesini
beklermiş sabırsızlıkla.”
(syf.75)
“İntihar etmeyeceksek içelim bari,”
sözüyle kalkar olmuş meyhanede kadehler.”
(syf.76)
Attilâ İlhan’ın Sakın Ha isimli şiirinden iki mısrayla, mektuplaştığı bir kıza yazdığı Nazım Hikmet şiirleri ile 1941’de, henüz 16 yaşındayken tutuklanan ve üç hafta gözaltında tutulan büyük şairimize de bir selâm vermeden geçmiyor.
Okuduklarımız, Attilâ Şenkon’un terimiyle “kâğıt kesiği” gibi acıtsa da ruhumuzu, edebiyatın, tarihimizle ilgili beynimize ‘yaşananları sakın unutma’ komutunu vermemize yardımcı gücünden lütfen faydalanalım.
TELEF
Attilâ Şenkon
İletişim Yayınları, 2017
105 s.
Opmerkingen