top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
Yazarın fotoğrafıLitera

Yoksa her şey felsefecilerin yüzünden mi?

Yeşim Günay, cumhuriyetin ilk yıllarında yaşamış iki kadının hikayelerini konu alan iki farklı kitap üzerine yazdı. Biri, Thomas Korovinis’in Fahişe Çika'sı, diğeri ise Berat Günçıkan'ın Marika'sı.


Yeşim Günay



Bir vesileyle İstos yayından okuduğum Fahişe Çika ve Marika …yalnızlığım kadarsın… üzerine düşününce yazdım okuyacağınız satırları. İki eser de biyografik anlatımla kaleme alınmış. Çika, Giresun doğumlu Eftalya’nın. Marika ise İskenderiye doğumlu bir vatandaşımızın yaşam hikâyesini kapsıyor. İkisi de bizden. Cumhuriyetimizin acı yüklü kadınları. Çektikleri acılara bakınca, kadının o devirde de maruz kaldığı tacizin erkek kaynaklı olmadığı, hemcinsinin de sorumlu olduğu gerçeğiyle yüzleştim. Evleri işleten kadınların ve hanutçuların da kadın bedeni üzerinden geçindiğini okuyunca o mevzuyu kapsamlı sorgulamadığımı fark ettim. 


Yalnızlığında kaybolan Marika, annesinin korkup da sığındığı İskenderiye’de doğmuş. Doğum tarihinin 1908 olduğundan kendi de emin olamaz, zira annesinin kağıtlarıyla İmroz’a getirilir. İmroz’da doğan anne Marika gurbette, İskenderiye’de gömülse de, onunla aynı adı taşıyan evlat Marika, annesinin doğduğu yerde defnedilir. İmroz artık Gökçeada’dır. 


Marika’dan iki sene sonra Giresun’da doğan Eftalya’nın da yaşamı pek farklı değildir. O da kaderini yaşar ve İstanbul’da ölür. Ablasının Yunanistan’da yaşayan çocukları da ona sırtını döner.


Toplum içinde yabancılaşmaya ve ötekileşmeye karşın ikisi de kendi çapında yaşam mücadelesi verir. Yaşadıkları devrin cumhuriyetin ilk yılları olduğunu bilince, modernleşme sürecinde iki kadının da bir erkeğin korumasına ihtiyaç duyması kaçınılmazdı. Marika’nın üç kere evlenmesi sadece onun değil, zamanındaki kadınların doğrusuydu. Eftalya’nın başına gelenlerse, savaşın sonucundaki barışın acı ödülüydü. Sonrasındakilerse yoruma açık olaylarla ölüme kadar uzayan acılar zincirinin birer halkası olmuş. İkisinin de seçimlerine, deneyimlerine, isyanlarına, öfkelerine ve düşüncelerine değinmeyeceğim çünkü o zamanın şartlarında yaşadıkları onların özeline ait kararlarıydı. Yaşamlarını yoruma açmak, seçimlerine müdahil olmak ruhlarına acı çektirmekten başka bir şeye yaramayacaktı. Başlarına gelenlerse, tarihsel sürecin kayıt altındaki gerçekleriydi.


İki eser, aynı yayınevinin iki farklı yazarından. Adlarını bilmediğim fakat ortak kaderi paylaşan nice kadınların yansımalarıydı okuduğum satırlar. Hele Marika’nın kendi kızını evlatlık vermesi, daha sonra arkadaşının kızını nüfusuna geçirmesi, bakamayınca kısa bir süre olsa da Büyükada’daki yetimhaneye bırakması ve o kızın büyüyünce annesine yaşattıkları. Kendi içinde bir döngüydü, kaostu ve kendi kozmosunda varoluşunun mitiydi. Acı dolu iki eser…


Bugün ikisinin de kısmen şanslı olduğunu görmek belki kabul etmek istiyorum. Eftelya, Thomas Korovinis’in, Marika ise Berat Günçıkan sayesinde ölümsüzleştirilmiş. Okundukça anılmak, bilinmek, paylaşılmak da bir çeşit varoluş. Gerçek hikâyeleri bilinmeden ölüp giden nice mağdur vatandaşımız olduğunu hatırlatan bir şekil. Ancak ölümle huzura kavuşmalarıysa kaderlerinden ziyade gerçeğin ta kendisi. Ölüm kaçınılmaz...

Buraya kadarki satırlarım savaşın ardındaki kadının tacizine aitti. Günümüze gelince, kadının taciz ve tecavüz başlığı altında tek güvencesi: Kadının beyanı esastır, yürürlükte. Sonuçta, erkekler çok bilinmeyenli denklemler dizisiyle karşı karşıya kalmış olsalar da, o cümlenin doğruluğunu sorgulayan herkes işin ciddiyetinin bilincindedir.


Nedir bunlar?

Kadın yalan söylemez. Mahremiyetini korumak için söyledikleriyse kendi özgürlük alanını kapsar. Aile dışındakileri asla ilgilendirmez. Anaçtır kadın. Doğurur, zira doğurgandır. Memeli doğurganlar kapsamındaki bilgilere girip kadını yüceltmeyeceğim ama kadınların genlerini nesilden nesle bu sayede taşıdığının da altını çizmek isterim. Kadın acıya duyarlıdır. Acının mimarı olan erkeklere karşı dirençlidir. Acının şeklini, sonucunu, rengini bilir. Kötülüğün kimden ve nasıl geleceğini hisseder. Yine de sevecendir. 


Düşüncelerimizin farklı şekillenmesine gelince: Çağımızın gerisinde kalan düşünceleri destekleyen Aydınlık Çağı felsefecilerin erkek olması, Jean-Jacques Rousseau’yu kendi içinde haklı çıkarır. Kant da buna benzer bir düşünceyle, ölümcül hastalığa yakalanan kadınlar erkek doktorları tercih ediyor, söylemiyle arkadaşını doğrular. Aydınlanma çağının Alman filozoflarından Arthur Schopenhauer aşkın merkezine kadını cinsel bir obje olarak oturtmasıdır belki de bu düşüncelerin sebebi. Âdem ile Havva’nın cennetten kovulmasıyla başlayan serüveninin ışığında okuruz kadının günümüze kadar uzanan bireyselleşme serüvenini. Kant’ın savunduğu evliliğin hâkimi erkektir söyleminden sonra, Jean-Jacques Rousseau’nin erkek merkezli düşünceyle ataerkil gücün erkeğe doğa tarafından bahşedildiğini savunmasının da sonucudur kadın tacizi.


Günümüzde, ağırlıklı olarak erkek akıl batı felsefesinin etkisi görülse de sosyoekonomik koşulların sertliği altında yetersizliğiyle boğuşan erkeğin şiddete başvurmasına göz yuman adaletsiz adalet karşında olması gerekendir: Kadının beyanının esas alınması. Aksini ispat ise erkeğin yükümlülüğüne verilmesi… Bu bağlamda kendini yetiştirip geliştiren akıl cinsel ayrımı tartışma konusu yapmaya gerek duymaz…


İki biyografik romanla nereden nereye vardım. Marika ve Eftalya’nın hayatını konu eden iki eser, farklı düşünüp gelişmeme vesile olunca, tesadüflerin devamlılığını dileyerek yazımı uzatmadan noktalamak istedim. Yoksa 2024 Oscar Ödüllerine pek çok dalda aday olan Barbie filminin, erkek neslini eşcinselliğe yönlendirdiği söyleyip tartışma konusu yapan eğitimli bireylerin oyununa da gelmek de var. Bu konu çok su kaldırır. Nokta…

Sevgiyle kalın…

Comments


bottom of page