"Çarkların dişlilerinden ne yap ne et, kurtar kendini"
Meltem Dağcı, Modern Soslu Postmodern Makarna adlı öykü kitabı hakkında Turhan Yıldırım ile söyleşti: "Öykülerimde çok sayıda tekniği kullanmayı, biçimin sınırları üstünde dolaşmayı, dille oyunlar oynamayı seviyorum."
"Bu zamanın adına ne koyarsak koyalım, yetişme telaşı içinde kendine, içine bakamayan, var oluşunu yalnızca iş, ev ve sistemin allayıp pullayarak sundukları üzerinden gerçekleştirmeye çalışan kişilerin yapayalnız hissetmesi, günümüzün kronikleşen bir rahatsızlığı."
Kitaba adını veren öykü ilk olarak karşılıyor bizi. Ruhen çürüyen karakterin karamsar hislerle boğuştuğu kaotik bir ortamı çağrıştırdı öykünüz. Bir masanın etrafında makarnasını yiyen kişinin zihninden film şeridi gibi çeken sahneler, görüntüler, kişiler... Yetişkin bir bireyin zaman tünelinde çocukluğuna dönüş sahnesi. Zihnin susmayan uğultusu, bilinç akışı metne sızmış durumda. Öyküdeki karakterin kalabalık ortamda kendini yapayalnız hissetmesi durumu güncelliğini koruyor mu, ne dersiniz?
Metropollerde hayatını sürdürenlerin yaşadığı sorunların belki de en başında kalabalık geliyor. Bunu sadece insan kalabalığı olarak da görmemek lazım. Bunu her şeyin çokluğu olarak isimlendirebiliriz. Çokluğun getirdiği karmaşaysa aşikâr. Zamanın hızla aktığı, hep bir yetişme telaşının yaşandığı bu ortamda, birilerinin kalabalık içinde yalnız hissetmesi de gayet doğal geliyor bana. Tüm bunlar aslında küresel sistemin getirdikleri. Giderek makineleşiyoruz. Her birimiz akıllı telefonlara ve sosyal medyaya bağımlıyız. Bu tabii ki görünürde yoğun bir sosyalleşmeyle birlikte esasen yalnızlığı getiriyor. Özellikle tam da böylesi bir zamanda kalabalık içinde yalnızlık tabirinin, modern insanın sistemin yürütücüsü, bir makinenin dişlisi olma durumunu gayet iyi tanımladığını düşünüyorum. İçinde bulunduğumuz dönem için post-postmodern ya da meta-modern gibi yakıştırmalar yapılıyor. Bu zamanın adına ne koyarsak koyalım, yetişme telaşı içinde kendine, içine bakamayan, var oluşunu yalnızca iş, ev ve sistemin allayıp pullayarak sundukları üzerinden gerçekleştirmeye çalışan kişilerin yapayalnız hissetmesi, günümüzün kronikleşen bir rahatsızlığı.
"Ben o sert düşüşe razıyım."
“4.17” adlı öykünüzde müzik tınıları, sözleri eşlik ediyor bize. Kulaklıkla evden-işe, işten-eve geçiş süreçlerinde müzik dinlerken dış dünyayla olan bağlantının çoğu zaman hızlı, anlamsız ve zor taraflarını hem gerçekçi hem de ironik bir dille temsil ediyor öykünüz. Günlük yaşamdaki koşturmacaya, kentlere, gürültü çokluğuna, zehirli havaya ve nefes aldığımız dünyaya karşı isyan bayrağı çekiliyor. Sıradan görünen ama rüya içinde rüyaya geçiş gibi katmanlı ve olağanüstü öğeleri barındırıyor öykünüz. Müzik kesildiği anda yaşanılan o sert düşüş, gerçek dünyaya hoş geldiniz, diyor. Başka türlü normale dönüş mümkün müdür?
Müzik ve edebiyat bir süreliğine de olsa bizleri bambaşka bir evrene götürüyor. Kimi zaman mısraların, kimi zaman da cümlelerin yarattığı dünyada yaşıyoruz. Bu kurulu evrenin kendine has gerçekliği var. Yani bunun içine daldığınızda aslında sahte bir âleme giriş yapmıyorsunuz. Sanatla birlikte bambaşka hayatlara belirli bir zaman misafir oluyorsunuz. Ama yine de büyük şehrin gerçekliği çelikten duvar gibi. Kurmacanın evreninden çıktığınız anda kafanızı küt diye çarpıyorsunuz, sonrası da kan revan. Yedi yaşımdan beri ülkenin en büyük şehrinde yaşıyorum. Bu kentin yaşattığı keşmekeşten en azından bir süreliğine de olsa kurtulmak için çare yine sanatta. Ben o sert düşüşe razıyım.
"Yürüyen merdivende dahi koşuşturan insanlar."
“Radyo Motivasyon” adlı öykünüzde Kafka ve Sartre’a selam gönderen, o akıl almaz bedenin altına sanki başka formda bedenlenen bir ruh yerleştiriyorsunuz. Motive olmaya ihtiyaç duyan insanların yaşadığı değişim-dönüşümden söz etmek mümkün. Öyküde dikkatimi çeken bir başka unsur, cümlelerin dizilimi bana rap müziği anımsattı. Çünkü öykünün ortalarında herhangi bir noktalama işaretleri kullanmadan, rap müzik dinlercesine, hiç nefes almadan, harıl harıl çalışan sistemin emekçilerine, Özgür ol, özgür ol, özgür ol, sesi yankılanıyor. Bu kapana sıkışmışlık hâli, robot duygusuzluğu ve sistemin çarkları nasıl devam edecek?
Son derece süratli bir hayat yaşıyoruz. Böylesine bir yaşam sürerken aslında zihnimizde aynı hızda, sürekli bir yerlere yetişme kaygısıyla çalışıyor. Kozmopolit şehirde yaşayan insanın “yavaşlık” kelimesiyle ne yazık ki gündelik hayatta işi yok. Bunu en güzel metronun yürüyen merdivenlerinde görürsünüz. Yürüyen merdivende dahi koşuşturan insanlar. Durum aslında Charlie Chaplin’in Modern Zamanlar adlı filminden çok da farklı değil. Bahsettiğim filmin tarihi 1936, üzerinden yaklaşık doksan yıl geçmiş. Yani o zamanlardan beri sistemin çarklarında değişen bir şey yok. Kapana sıkışmışlık hâli de, robot duygusuzluğu da aynı şekilde devam ediyor. Öyküde anlatıcının “Özgür ol” çağrısı da aslında metropol hayatını yaşayan herkes için geçerli. Çarkların dişlilerinden ne yap ne et, kurtar kendini, diyor.
"Doğadan mecburi olarak kopuk insanın bedensel olarak makineleşmesi."
“Şıp” adlı öykünüzde kitapta yer alan önceki öykülerle bağlantılı olarak insan bedeninin dünyayla, bulunduğu ortamla, yerleşik düzenle uyumsuzluğu ve sorunsalları göze çarpıyor. Kurmaca dünyanızda bedendeki organlar olağan dışı şekilde canlanıyor, dile geliyor. Bu öykünüzde de koca bir burun mevcut. İnsan-beden, beden-makina ikililerinin kurgu dünyanızdaki yeri nedir?
Doğadan kopuk, karbonmonoksit dolu zehirli havayı soluyarak yaşıyoruz. Öykünün konusu olan “burun”sa tam da bunun merkezinde. Kirli, tozlu hava nedeniyle alerjik rinit hastası bir burun var karşımızda. Buradan hareketle büyük şehirde yaşayan, doğadan mecburi olarak kopuk insanın bedensel olarak makineleşmemesi neredeyse imkânsız görünüyor. Her ne kadar bu öyküm hasta bir burun üzerinden kurgulanmış olsa da “arabaların gıcık mı gıcık fren seslerini,” duyan kulaklar, türlü kötülüklere şahit olan gözler, “Çin tuzu”nu tadan diller de kitaptaki öykülerimin konusu.
"Temel nedeni zihnimin çoksesli olması."
“Esarete On Dört Kala” adlı öykünün hem ironik hem de trajikomik bir yanı var bana göre. Bizi, bu toplum delirtti cümlesi düşüyor aklıma. Zincirlere vurulan akıllar, akılları hapseden kurallar silsilesine haykırış bu öykünüz. Hatta finalde öyküde tüfeği gösterme ve o tüfeği patlatma tekniğine gönderme yapıyorsunuz. Dünya halen düz mü yuvarlak mı tartışmalarının zaman zaman konuşulduğu günümüzde öykü teknikleri, yazma biçimleri, yenilikçi bakış/yazar açısından nelere değinmek istersiniz?
1960’lı yıllardan başlayarak özellikle Oulipo grubu yazarları öyle eserler kaleme almışlar ki biçim anlamında yapılabileceklerin pek çoğu yapılmış gibi. Ama yine de yazarken şunu fark ediyorum, insan beyni öyle bir yapı ki hâlâ çok acayip ve başarılı işler çıkabilir. Bunu da aslında yakın dönemden Mark Z. Danielewski’nin Yapraklar Evi, Lucy Ellmann’ın Ördekler, Newburyport romanları bizlere gösteriyor. Ben de yazarın meselesini, öykü içeriklerinin önemini gözetmekle birlikte yeni, farklı olanın da peşinden koşulabilir, diye düşünüyorum. Bundan ötürü hem Dünya hem de bizim edebiyatımızda deneysel, biçimle ve dille uğraşan eserler ilgimi çekiyor. Örneğin kitabımda, sıra dışı malzemelerle yapılan bir makarna yemeğinin tarifi ve hazırlanışı ile tamamen bir şarkı süresince ilerleyen metinler de var. İlk bölümün son öyküsü olan “Alayına Öykü”nün ise kitabımdaki en biçimci ve teknik öykü olduğunu söyleyebilirim. Üstkurmaca, kitabımdaki diğer öykülerle ve başka eserlerle metinlerarasılık, sekiz sesli harfin lipogramı, her lipogramlı bölümün ayrıca kendi başına bir küçürek öykü olması gibi pek çok teknik detayı barındırıyor. Öykülerimde çok sayıda tekniği kullanmayı, biçimin sınırları üstünde dolaşmayı, dille oyunlar oynamayı seviyorum. Bunun da temel nedeni zihnimin çoksesli olması. Bu araçlar, zihnimdekileri öykülere daha rahat aktarmama vesile oluyor.
Büyülü gerçekçilik ve tekinsizlik
“İshak’ın Çığlığı” adlı öykünüzde Onat Kutlar düşüyor aklıma. İshakkuşunun çığlığı, kurgudaki karakterin insanı ele geçirme biçimi, zihne sirayeti, gerçek mi düş mü dedirten soru işaretleri, ürpertici sesi okur için neyin habercisi? İshakkuşu gerçek dünyaya iyi haber mi getiriyor yoksa kötü mü?
İshakkuşu, kurmacada olduğu gibi maalesef gerçek dünyada da kötü haberi getiriyor. Onat Kutlar’ı kaybedişimiz malum. Onat Kutlar özellikle “Kediler” öyküsünde büyülü gerçekçilik türünün edebiyatımızdaki en nadide örneklerinden birini vermiştir. Tekinsizliği de “İshak” öyküsünde buluruz. Bu öyküde ikisinin de farklı bir karışımını görürüz. Yazarın duyduğu ve kulaklarından gitmeyen ses gerçeküstüyü, varlığından bir türlü emin olamadığımız ishakkuşunun çığlıkları da tekinsizliği getirmektedir.
"Mutlu olmaktan çok unutma sığınağına kaçışıyoruz."
“Küçük Kırmızı Japon Balığı” adlı öykünüzde hafıza vurgusu öne çıkıyor. Toplum olarak tabiri caizse fil hafızalı değiliz. Çok çabuk unutuyoruz. Bu unutuşun gölgesinde karakterin beynini sarmalayan bir sarmaşık metaforu var. Patlamada bedeninden uzuvları kopanlar, savaşlar, cinsiyetinden ötürü baskı gören bireyler, şiddete ve tecavüze uğrayan insanlar sarmaşığa dolandıkça dolanıyor. Beyin bir kör düğüm adeta, zihin de öyle. Unutarak mı mutlu oluyoruz bu unutuşun ülkesinde?
Benim gibi ülkemizin geçmişine meraklı olanlar, normalde unutulması imkânsız pek çok olayın varlığını bilir. O kadar çok acı olayı atlatmış bir toplumuz ki bu hızın içinde “unutmak” bir bakıma çözüm gibi geliyor. Bu durumdan mutlu olmaktan çok unutma sığınağına kaçışıyoruz. Sanat belki de en çok, bu yaşananları unutturmamak için var. Sanki yaraları kanatma pahasına olsa da hafızayı tazeleme, canlandırma rolü bulunuyor. Bundandır ki kitabımda yer alan bazı öyküler unutturmama üzerine. “Küçük Kırmızı Japon Balığı”nın da tüm bu metinleri kurgusuyla niteleyen bir öyküm olduğunu söyleyebilirim.
“Men bu cihana sığmazam”
“18 Yıl 10 Ay 9 Gün” adlı öykünüzde zaman ve buna bağlı olarak rakamlarla ilişkisi olan sinestezik bir karakter mevcut. Nesnelere yüklenilen anlamlar rakamlar üzerinden gösteriliyor. İnsanın yaşamsal döngüsünde yapılan işlerin, alınan yaşların, geçirilen vakitlerin, dolu dolu yaşanan anların izlerini sürmek mümkün. Her şeyin bir bedeli var sanki. Kurmacanın hem içerisi hem dışarısı için zaman anlayışınızda değişiklik oluyor mu?
Edebiyat tarihinde zaman kavramını eserlerinde irdelemiş pek çok yazar görürüz. Ama birbirleriyle bağlantılı olarak Marcel Proust, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Orhan Pamuk isimleri bu noktada benim için öne çıkıyor. Üçünün de eserlerinde zamanı bir odak haline getirdiklerine şahit oluruz. Bizlerse zamanı çok hızlı yaşayan bir dönemin insanlarıyız. Vaktin nasıl geçtiğini bilemiyor, hep bir yerlere yetişme telaşı içinde ömrümüzü geçiriyoruz. Bu sürat beni bir yazar olarak fazlasıyla rahatsız ediyor ve kaleme aldığım meselelerden biri de elimizden kayıp giden zaman. Bunun dışında tarihsel gerçeklikleri anlattığım öykülerin bazılarında çok uzun bir zaman dilimine odaklanabiliyorum. Buna örnek olarak “Uçurtma Şenliği” öyküsünü verebilirim. Habil ve Kabil’in kadim hikâyesiyle başlayan metin devamında “Men bu cihana sığmazam,” diyen şairin katledilişine ve sonrasında da darbe dönemine kadar gidebiliyor. Hepi topu 854 kelimelik bir öyküde zamanda çok uzun bir dilimi anlatabildim. Kitabımın “Oda Müziği” bölümünde yer alan hacimce daha küçük öykülerimdeyse birkaç fotoğraf karesine girebilecek anlara odaklanabiliyorum. Örneğin bu kısımda bulunan “Sevimli Bir Kedi Minik Beyaz” adlı öykü on, on beş dakikalık bir sürenin metnidir. Öykünün geçtiği süre çok kısa belki ama metinde anlatılan büyük şehrin son sürat akan vaktine dairdir.
Son olarak, şu an hangi kitapları okuyorsunuz?
Lucy Ellmann’ın Yedi Yayınları tarafından yeni yayımlanan Ördekler, Newburyport romanıyla birlikte Orhan Pamuk’un ilk eseri Cevdet Bey ve Oğulları’nın ikinci kez okumasını yapıyorum. Lucy Ellmann’ın romanı bilinç akışıyla yazılmış 1000 sayfadan oluşan hakikaten bu yüzyılın en farklı eserlerinden biri. Böyle bir işe girişmesinde belki de babasının yazılmış en kapsamlı James Joyce biyografisini kaleme alan Richard Ellmann olmasının payı vardır. Cevdet Bey ve Oğulları ise Orhan Pamuk’un kaleminin nasıl değiştiğini görmek için çok güzel bir başlangıç. Klasik bir anlatıma sahip bu romanı takiben Orhan Pamuk, önce Sessiz Ev’le moderne, Beyaz Kale’yle de postmoderne geçiş yaptı. Onun edebiyatını daha iyi anlamak için okumada kronolojik sıralamada gitmenin faydası olduğunu düşünüyorum.
Turhan Yıldırım, 1983 yılında İstanbul’da doğdu. Eskişehir Anadolu Üniversitesi İşletme Bölümü’nü bitirdikten sonra İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde İşletme alanında yüksek lisans eğitimini tamamladı. Öyküleri, Lacivert Öykü ve Şiir, Hece Öykü, Kirpi, Edebiyatist, Trendeki Yabancı, Parşömen Edebiyat, Litera Edebiyat, Oggito, İshak Edebiyat, Edebiyat Burada, Yazı - Yorum, Tersakan Sanat, Mahal Edebiyat ve Martı dergilerinde yayımlandı. Son olarak H2O Kitap tarafından yayımlanan Öteki Sesler seçkisinde bir öyküsüyle yer almış olup ayrıca çeşitli antolojilere öyküleriyle katkı sağladı. Ağustos 2021 yılında ilk öykü kitabı Kara Gergedan Edebiyatist Yayınları tarafından yayımlandı. Edebiyat üzerine videolar çektiği bir Youtube kanalı da bulunmakta. 2023’de Modern Soslu Postmodern Makarna öykü kitabı İthaki Yayınları’ndan çıktı.
Comments