“Ritmiyle, dokusuyla, isyankarlığıyla içten içe bir kaplumbağa manifestosu dillendirmeye çalıştım.”
Aynur Kulak, Ümit Aykut Aktaş ile ilk öykü kitabı Kaplumbağa Ayaklanması odağında söyleşti: “İçimde biriken isyan duygusu için yazdım biraz da Kaplumbağa Ayaklanması’nı. Kaplumbağa yavaşlığı, dinginliği, içe dönüşü simgeliyor benim gözümde.”
Edebiyatla olan bağını hep iyi bir okur olman üzerinden ilişkilendiriyorum fakat tabii ki sen edebiyatla olan bağını, edebiyatın hayatına yansımalarını nasıl tanımlarsın? Kendini bildin bileli var mı bu etkileşim, bağ?
Aslında düzenli kitap okumaya çok geç başladım. Etrafımda rol modeli olabilecek birileri yoktu. Tay Yayınları’nın kahramanları; Zagor, Mr. No, Teksas, Tommiks, Kaptan Swing gibi çizgi romanlar hayal gücümü besledi ilkin, sonraları da mizah dergileri. Onların rolünü inkâr edemem. Lise ikide düzenli olarak kitap okumaya başladım. İniş çıkışlar olsa da bir daha hayatımdan hiç çıkmadılar. Salt yazarlık ya da okurluk meselesi değil kitaplar üzerine düşünmeyi seviyorum, bir obje olarak da benim için farklı anlamlar ifade ediyorlar.
Düzenli kitap okumaya geç başlamış olmana rağmen iyi bir okur olman önemli. Hatta iyi bir öykü okurusun. İyi bir öykü okuru olma kategorisi var mı bilmiyorum ama buradan yola çıkarak öykülerle ilişkini ve öykü türüne dair düşüncelerini de merak ediyorum. Öykünün sendeki karşılığı, yansımaları neler oluyor?
Klasik erkek sorusudur: “Acemi birliğin neresiydi?”
Öykü ve kurmaca eğitimimi dergilerde, yayın kurullarında, çeşitli yarışmaların jürilerinde, yeni çıkan ilk öykü kitaplarında, Hayalet Gemi’de, altZine ‘de, altKitap’ta, söyleşilerde, röportajlarda, inceleme yazılarında aldım sanırım. Öykünün bendeki karşılığı, yazarın iyi bir hikâye anlatıcısı olması. Dil önemli, dil işçiliği zaruri ama hikâye ve kurgu yoksa bunların anlamı da yok.
Kaplumbağa Ayaklanması ilk öykü kitabın. Öykülerini bir araya getirme ve yayınlatmak isteme düşüncesi nasıl oluştu? Ve öykülerini kitaba girmesi için seçerken neleri ön planda tuttun? Tematik bir yapı mıydı belirlediğin kıstas yoksa odaklandığın meseleler veya kavramlar mı vardı?
Viyana Kuşatması gibi üç kez niyetlendim öykü dosyalarımı yayınlatmaya. Her seferinde farklı pürüzler çıktı.
Bernard Shaw'un yazdığı beş roman, altmış yayınevinden ret cevabı almış, Proust, Kayıp Zamanın İzinde’yi kendi yayımlatmak zorunda kalmış, Chuck Palahniuk, Dövüş Kulübü'nü yayımlatıncaya değin çektiği zorlukları unutmayarak “Reddedilmek İçin Yazmak” adlı bir grup bile kurmuş. Baktığımızda bu süreç başka dönemlerde başka coğrafyalarda da pek kolay olmamış.
İlk öykülerim bankada çalıştığım için daha çok beyaz yakalı öyküleriydi, otobiyografik esintiler hakimdi. Dramatik yapısı kadar mizahi yaklaşımı yoğun öykülerdi. Edebiyat Dergileri benim için gerçekten okul ve rüştümü ispat ettiğim mecralar. Ağ’a Takılı Semender dışında -ki hiçbir derginin yayımlamayacağı kadar uzun bir öykü- üç öykü Varlık, iki öykü Notos, bir öykü de YKY Kitap-lık dergilerinde yayımlandı. Son kertede daha klasik öykü çizgisine yakın öykülerle, distopik çatılı öyküler olarak gruplandırabilirim yazdıklarımı. Tematik bir yapıdan çok odaklandığım meseleler ya da kavramlar üzerinden yazdığımı düşünüyorum.
Kaplumbağa arketipi kitabın ismine uygun olarak öykülerin içinde yer almakta. Bu ayaklanmanın ve arketipin senin kafanda nasıl oluştuğunu, neye dair olarak biçimlendiğini ve yazıldığını konuşmak istiyorum. Yani temelde bir isyan mı, bir ayaklanma mı mevzu bahis olan yoksa yaşama uğraşı mı? Belki de yaşama uğraşı verirken bilim kurgusal bir dünyaya kaçmak?
Kitapta çok fazla ben varım aslında, kaplumbağa yaşantımın bir parçası. Sırtımda bile kaplumbağa dövmesi var. Kaplumbağa, Murathan Mungan’ın “Hız hazzı öldürüyor” sözünün anarşist bir ikonu gibi. Okullarda, iş yerlerinde hafta içine sıkışmış insanları düşündüm. Her şey o kadar hızlı akıp gidiyor ki… Sistem zorunlu hapishanelerinden çıkmayan insanlara akşamları ve hafta sonları televizyon ya da dijital platformlar karşısında, belini rahat dayayabileceği bir berjer ve elde kumanda garantisi veriyor. Bu kadar. Yavaşlık, dinginlik sadece bazı pahalı kulüplerde verilen nefes egzersizleri gibi ve hızla asıl doğamızdan koparılıyoruz. O yüzden içimde biriken isyan duygusu için de yazdım biraz. Kaplumbağa yavaşlığı, dinginliği, içe dönüşü simgeliyor benim gözümde.
Orada Olmayan Adam, kitabın ilk öyküsü ve nefis. Bu öykünün anlattığı konudan, odaklandığı meselelerden, askerlikle ilgili olduğu için bir erkek hikâyesi olmasından tutalım da, sonunda atlattığı takla hakikaten düşünülerek yazılmış ve üzerine çalışılmış bir öykü okumamıza sebebiyet veriyor. Bir de tabii benim de çok çok sevdiğim Wolfgang Borchert’e ithaf edilmiş olması öyküyü yazarı bilenler için özel kılıyor.
Borchert, Bruno Schulz sevdiğim ve özel bulduğum yazarlar. Yirmi yıl önce Fatsa ve Ulubey Jandarma Komando Bölük Komutanlıkları’nda kısa dönem askerlik yaparken bu öykünün notlarını almaya başladım. Biliyorsunuz askerlikte günlük tutmak yasaktır. Son beş ay silahlıkta görevliydim, o dönem Paul Auster’in bütün külliyatını okumuştum. Bu yüzden öyküde çok fazla Auster ‘e gönderme var. O sürede otuz altı kitap okudum. Yaşamım boyunca, bu kadar kısıtlı sürede, en çok kitap okuduğum dönem olmuştur. Öykünün üç ayrı versiyonunu çalıştım hatta ilk versiyonunun adı Paralel Evren’di. İki ayrı versiyonu dergilerde yayımlandı. Öyküdeki, “Tatar Çölü’ne başladım. Giderek artan okuma seansları vakit geçirmekten çok, paralel bir evrene kaçış gibi. Biliyorum, gerçek dünya orada. Bir gün kapılarını bana açacak ve buradan hiç iz bırakmadan gidebileceğim...”
Kitaba ismini de veren Kaplumbağa Ayaklanması öykünü ayrıca konuşmak istiyorum. Yine askeriye, zıtlık oluşturan arketipler ve bAğlantısızlar’ın varlığı ile kendini belli eden bilim kurgusal bir evren, kaplumbağalardan üretilen bir yağ ile uykuyu hayatımızdan çıkarmak isteme. Gerçekler ve hayaller, hayatın içinde sınırların, mantığın, kötülüğün ortadan kalktığı bir yaşam tahayyülü gibi geldi bana bu öykü, bir de bu öyküde yetişkin zihninden ziyade bir çocuk zihni varmış gibi geldi.
“Yetişkin zihninden ziyade bir çocuk zihni varmış gibi” demen beni öylesine mutlu etti ki… Çizgi filmlere, çocuk kitaplarına, animasyonlara karıştığımız sürece yetişkinliğe direnebiliyoruz. Burada distopyayı ütopyaya çevirme isteği de var gerçeklerden kaçış da. Fakat finalde yine teknoloji ile güç kullanılarak kazanılan bir zafer var. Hayallerimizde bile yavaş yavaş gelişen uysal bir arınma, sağalma içerisinde değiliz.
Rutin hayatın, rutin gerçeklerin yansımalarının olduğu öyküler de var Kaplumbağa Ayaklanması içerisinde. İnceden bir mizah da işin içine girdiği için çok ağırlık vermediğini düşündürten tercihlerin, seçimlerin, ilişkilerin, ailenin yarattığı yükler var. Hem öykülerini hem de evini sırtında taşıyan bir kaplumbağa bu öyle değil mi?
Evet, evini sırtında taşıyan bir kaplumbağa diyebiliriz. Ritmiyle, dokusuyla, isyankarlığıyla içten içe bir kaplumbağa manifestosu dillendirmeye çalıştım. Kaplumbağalar kulübünde yalnız değilim, başka çağdaşlarım da var: Kaplumbağalar Ölmesin, Kaplumbağaların Ölümü, Kaplumbağa Makamı
Karakterlerini metinlerarası bir dünyanın içinde de dolaştırıyorsun aynı zamanda. Filmler ve müzikler de bu durumun en önemli eşlikçileri. Öykülerin alanını genişleten, sınırın öbür tarafını görmemizi sağlayan metinlerarası etkileşimi konuşabilir miyiz? Bu metinlerarasılık bizim gibi edebiyatı çok seven kişilerin günlük hayatının da eşlikçisi aynı zamanda.
Bu metinlerarasılık işini, seçim yaptığım yayınevine kadar abartmış olmalıyım. Metinlerarasına, üst kurmacaya yaslanan metinleri okumayı seviyorum, sanki Etgar Keret’in çıkardığı tişörtü giyip yola devam ediyormuşum gibi geliyor ya da Paul Auster gibi Metz tribünlerinde slogan atıyorum. Bunun bir bayrak yarışı olduğuna dair güçlü bir inancım var. Her yazar başka yazarlardan çok kendine yakın bulduğu kitaplardan etkilenir. Bazı yazarlarla yollarımız ayrılabilir ama sevdiğimiz kitaplarla kolay kolay ayrılmaz. Kim bilir gerçek anlamda ilk kitap kaç kitabın toplamından oluştu.
Sevdiğim kitaplarla, filmlerle, şarkılarla dans etmeyi, içiçe olmayı seviyorum. Kaplumbağa Ayaklanması’ndaki öykü karakterleri kimi zaman kitapların içine karışmak istiyor kimi zaman filmlerin hatta bazen de çizgi filmlerin. Adeta kendi zihinlerinde yarattıkları paralel bir evrene tünel kazarak kaçıyor gibiler.
Bazı öykülere eşlik eden fotoğrafların da var kitabın içinde. Tüm öykülerinde olsaydı diye düşündüğümü söylemek isterim. Çünkü fotoğraflar da anlatılan öyküye başka bir canlılık, daha doğrusu öykünün zihnimizde canlanmasında farklı bir güzellik katıyor.
On yıl önce yazdığım öykülerin neredeyse hepsinde fotoğraf vardı ama yayınevleri hatta dergiler tarafından mesafeyle karşılandı. Sonsuzluk ve Bir Gün en sevdiğim öykülerden biri, onu bile yayımlatmam çok zaman aldı maalesef. Editörler, yayın kurulu üyeleri fotoğraflı metinlere hiç sıcak bakmıyorlar.
Öykü yazarak mı devam edeceksin yoksa kafanda gerçekleştirmek istediğiniz hikâyeleri başka türlerde yazma fikri var mı?
İkinci dosyam hazır gibi, uzun öyküler var iki kısa novella çalışması da yarılanmış durumda. Geniş hacimli bir roman yazmayı tercih edeceğimi pek sanmıyorum. Yazmak isteseydim roman bile üç kişiyi geçmezdi, kalabalığa hiç gelemiyorum.
Hangi ülke edebiyatını daha çok seviyorsun ve bu anlamda başucu kitapların hangileri? Çağdaş edebiyatta seni en çok besleyen yazarlar kimler?
Sanırım bana en yakın olanlar Amerikalı öykücüler, John Cheever, J.D. Salinger, Truman Capote, Kurt Vonnegut’u sayabilirim. Her beş yılda bir değişiklikler olsa da; Julio Cortázar, Haldun Taner, Vüs’at O. Bener, Etgar Keret, Tomris Uyar, Oliver Sacks bende yazma isteği uyandıran yazarlar.
Comments