Hayat ile mucizenin buluşma umudu: Usta ile Margarita
Şükran Yiğit
"Usta ile Margarita"yı ancak böyle gözlerinde tuhaf bir ışıkla ölen yalnız bir ruh yazabilirdi ve bu ruhu ancak bir mucize kurtarabilirdi. Belki de “Usta ile Margarita” bu mucizenin ta kendisidir!" Bu büyük romanın hayat bulma serüveni, bir yazarın ölümden beter yaşamını da gözler önüne seriyor. Şükran Yiğit, Bulgakov'un ölümüne kadar eşlik eden "Usta ile Margarita"nın yazılma serüvenini yazarın hayal kırıklıkları ve acılarla dolu hayatını adım adım izleyerek kaleme alıyor. Metnin gelişiminden eleştirilere, yazarın hayatından dönemin politik iklimine, iyilik ve kötülükten yorum ve aşırı yoruma uzanan derinlikli bir Bulgakov okumasına buyurun.
I. Metnin Gelişimi
1929 kışının belki de en soğuk günlerinden birinde kırk yaşlarında bir adam Moskova’daki evinden çıkmıs, yağan kara aldırmadan, ağır adımlarla Sadovaya caddesinde ilerliyordu. Yalnızdı, o "çizgi dışı" olana yüzyıllardır dayatılan bütün yalnızlıklar, mümkün olan bütün halleriyle aldığı her nefese, attığı her adıma, yazdığı her sözcüğe sinmis, amaçsızca yürüdüğü sokaklardaki kar sessizliği sanki bütün hayatına çökmüştü. Elbirliği ile adeta imha edilmeye çalışılan bu hayatı yok olmaktan ancak bir mucize kurtarabilirdi: Şeytan kılığında ya da aşk kılığında bir mucize. Aşk belki de hemen o gün, aynı günün akşamında, 28 Şubat 1929 günü çıkacaktı karşısına, Mihail Bulgakov Elena’yı aşık olacak ve ondan unutulmaz bir "Margarita" yaratacaktı. Şeytan ise şimdilik titizlikle koruduğu romanının elyazmalarında bile olsa, Moskova’ya, Patriarşiye Gölleri’nin kıyılarında bir bahar gününün, yaşanan ve yaşanacak bütün kışları unutturan pırıltıları altında sohbetlerini sürdüren “resmi edebiyatın” iki temsilcisinin yanına ulaşmıştı bile.
Woland’dır Şeytan’ın adı. Tam o sırada, Hazreti İsa’nın yaşayıp yaşamadığı üzerine hararetli bir tartışmaya girişmiş olan Yazarlar Birliği’nin genel sekreteri Berlioz ve Biezdomni adı altında yazdığı şiirlerle tanınan şair İvan Ponirev’in konuşmalarına orta yerinden dalarak, sadece İsa’nın yaşadığını, çünkü onu gördüğünü söylemekle kalmayarak, bizzat Kant’la kahvaltı ettiğini ve Berlioz’un o günün akşamına kadar kafasının koparak öleceğini iddia etmektedir. Berlioz gerçekten de o akşam kafası bir tramvay tarafından koparılarak öldüğünde, genç şair İvan, Kant’la kahvaltı eden yabancının düşündükleri gibi "delinin teki" olmadığını anlamıştır. Ancak kimseler şaire inanmaz ve şairin bizzat kendisi, bir "deli" olarak ünlü doktor Stravinski’nin akıl hastanesine yatırılır. Orada şairi beklenmedik bir dost beklemektedir. İvan hastanede, İsa’yı ölüme mahkum eden Roma valisi Pontius Pilatus üzerine yazdığı romanının elyazmalarını kendi elleriyle yakan ve bu hastaneye sığınan Usta ile karşılaşacak, Usta ona büyük aşkı Margarita’dan sözedecek ve bütün bunlar olurken Woland ve ekibi başta sanat dünyası ve onun kurumları olmak üzere tüm Moskova’yı akıl almaz bir sirke dönüştürecektir.
Kuşkusuz - yukarıdakı gibi - "Usta ile Margarita’yı" her özetleme girişimi bu romana yapılan "istenmeyen" bir haksızlık olacaktır. Ama haksızlıkların daha büyüğü bu romanı sadece okuyup geçmek ve bir kitap olarak yaşadığı kendi öyküsünü, kendi serüvenini ve nihayet kendi hayatını görmezden gelmek olacaktır.
Toplumcu gerçekçiliğin gölgesinde
Bulgakov’un 1926 yılında evine yapılan baskında günlükleri ve “Köpek Kalbi” adlı novellasının örnekleri alınmış, 1927 sonbaharında ise “politik engeller” nedeniyle binbir zorlukla sahnelenen oyunları artık yasaklanmaya başlamıştı. Koşullar ne olursa olsun hayatını yazmak üzerine kurmaya çalışan ve "büyük Rus romanı" geleneğini yaşatmayı hedefleyen Bulgakov, elimizdeki başyapıtını yazmaya, işte bu koşullarda; yani "Toplumsal Gerçekçiliğin" gölgesinin Sovyetler Birliği’nde giderek koyulaştığı ve nihayet otuzlu yılllarda dayatılan tek norm olarak tüm edebiyat dünyasının üzerine inen kopkoyu bir sis haline dönüşeceği bu talihsiz koşullarda başlar. Aslında bu "perşembenin gelişi" yirmili yıllarda belli olmuştu: O yıllarda kütüphanelerde yapılan, gazetelerde yayımlanan anketler okuyucunun öncelikle Rus Gerçekçiliğinin klasiklerini okumak istediğini gösteriyor ve Tolstoy bu anket sonuçlarında tartışmasız tek isim olarak öne çıkıyordu. Buna karşın Dostoyevski ve Gorki daha az, çağdaş yazarlar ise hemen hemen hiç rağbet görmüyorlardı. Sonuçlarda dikkat çekici bir nokta daha vardı: Yabancı yazarlar arasında "anlaşılır" bir biçimde ayrıcalığını ilan eden Jack London’ın yanında, günümüzde artık kimselerin adını anmadığı bir ad, "Hamp" adı dikkati çekiyordu. Bir Fransız yazarı olan Hamp 1910 yılında "Üretim Romanları" adı altında yayımlanan bir dizi romanın yazarıydı ve okuyuculara "makinaların trajedisinin, yatak odalarının trajedilerinden daha heyecanlı" olduğunu haykırıyordu. Gerçi Rus Avangardları yatak odalarını terketmesine çoktan terketmişlerdi ama bunun yerine "özbeöz proleter meslektaşlarının" kendilerine gösterdiği fabrika kapılarından geçmeye de pek niyetli görünmüyorlardı. Sonuç olarak; "edebiyattan fabrikaya gidenler mi yoksa fabrikadan edebiyata gelenler mi iktidarı en çok hak ederler tartışması" ortalığı kasıp kavururken entelektüel bir aileden gelen Bulgakov, monokel gözlüğü ve her zamanki şık ve "elegant" kılık kıyafetiyle bu dünyaya arka kapıdan girmeye çalışıyordu.
1921 yılında ilk karısı Tatyana ile birlikte Moskova’ya yerleşen ve doktorluğu bırakarak kendisini sadece edebiyat dünyasına adayan yazar, ilk başarılarını elde etmişti bile. Ancak bu süreç Stalin’in ve onun himayesindeki "resmi ve faydalı edebiyatın da" mutlak iktidarını ilan etme süreciyle çakışıyordu.
Bulgakov hayatının son on iki yılında bıkıp usanmadan sahnelenmesine çalışacağı dramaların yanısıra, arkadaşlarına "şeytana dair bir kitap" diye sözedeceği ve daha sonraları "günbatımı romanım" olarak niteleyeceği, bizim ise "Usta ile Margarita" olarak tanışacağımız tek ve büyük bir roman üzerinde çalışacaktır, ancak Sadovaya caddesinde yürüdüğü o kar sessizliğinde ne "Usta" ne de "Margarita" yazarın dimağında, henüz bizim tanıyacağımız halleriyle şekillenmiş değillerdir.
"Usta ile Margarita"nın bir roman fikri olarak Bulgakov’un kafasında ortaya çıkmasının ilk izlerine 1926 yılında yakın arkadaşı Popov’a yazdığı bir mektupta rastlanır. Bulgakov arkadaşına nasıl annesi "Beyaz Muhafız"ın yazmasına ilham kaynağı olduysa, şimdi de babasının ilham kaynağı olacağı bir roman yazmak istediğinden sözeder. Diğer bir yakın arkadaşı Pavel Markov ise İsa’nın çarmıha gerilişi öyküsündeki "muammanın" Bulgakov’u aynı yıllarda nasıl büyülediğini anlatır.
1928 yılına gelindiğinde Bulgakov defterlerine romana ilişkin ilk notlarını almaya başlar. Yazımı 1929 Mayıs’ına kadar sürecek ve yazar tarafından bir kısmının yakılarak yok edileceği ilk iki redaksiyonda beş temel karakterden üçü; Woland, İvan (Biezdomni) ve Yeşua Ha-Nozri (İsa) modern edebiyatın yeni "bilmeceleri" olarak tarihteki yerlerini almış, romanın ilk bölümünün ana karakteristikleri belirginleşmiş ve ilk on beş bölüm kalın çizgileriyle ortaya çıkmıştır. Ancak metin bildiğimiz son haliyle büyük farklar da göstermektedir. Örneğin, Woland’ın varyete tiyatrosundaki gösterisi solo bir performanstır. Bu redaksiyonun belki en ilginç tarafı bir daha bu romanın hiçbir redaksiyonunda görülmeyecek olan bir karakterin; Fesya’nın varlığıdır. Yabancı dillere yetenekli, ortaçağ ve – dikkat! - demonoloji ile ilgilenen bir tarih profesörü olan Fesya, devrimden sonra hayatını basit bir öğretmen olarak sürdürmek zorunda kalmaktadır. Fesya karakteri bundan sonra, bir daha hiçbir redaksiyonda görülmemek üzere kaybolsa da, belki de edebi yaşamını daha sonraki bölümlerde kâh Usta kâh İvan olarak devam ettireceğe benzemektedir. Bulgakov bu dönemde ilk on beş bölümü yazdıktan sonra tekrar başa döner ve ilk üç bölümü tekrar yazar, dördüncü bölümü atar ve yedinci bölüme bir sonuç yazar. Bu ikinci yazımdaki en önemli gelişim "Şeytan’a göre İncil“ bölümünün genişlemesi ve dilinin daha edebi bir özellik kazanmasıdır.
1929 yılında Bulgakov romanını yazmayı bırakacak ve tekrar ciddiyetle işe koyulması için bir on sekiz ay geçmesi gerekecekti. Yazarın hayatının en zor geçecek üç buçuk yıllık derin kriz dönemi başlıyordu: Bulgakov ikinci karısı Lubya ile neredeyse açlık sınırında yaşıyordu, oyunları yasaklanmıştı ve kendisi gibi evli olan Elena Sergevnaya’a umutsuz bir aşkla tutulmuştu. Temmuz ayında, bir sinir buhranının eşiğinde, Stalin ve Gorki de dahil olmak üzere yönetimde etkin olan birçok Bolşevik’e hitaben, yurtdışına sürgüne gönderilmesini talep ettiği mektuplar yazdıysa da bunların hiçbirisini göndermedi. Bulgakov bu mektuplarında da görülen dramatik ve açık üslubu sayesinde daha sonraki yıllarda resmi organlara ve özellikle Stalin’e mektup yazma konusunda neredeyse kariyer sahibi olacak, kocası ve oğlu tutuklanan Ahmetova bile Stalin’e yazacağı mektubu Bulgakov’a kaleme aldırtmak isteyecektir. Bulgakov eylül ayında tekrar Gorki’ye yazar. Yorgundur, umutsuz ve yalnızdır. Hakkında nihayet "insanca bir karar verilmesini" ve yurtdışına gitmesine izin verilmesini ister. Gorki’den yine cevap yoktur.
Bulgakov gelenekten kopuşun ve bağımsız bir yazar olamamanın acılarını çekmektedir. Bu ton Bulgakov’un hemen hemen tüm özel ve resmi yazışmalarına hakim olan tondur ve Fesya’dan Usta’ya kadar tüm ana karakterlerine de hakim olacaktır.
Bu arada Moliere üzerine biyografik bir oyun yazar, ancak oyun yine yukarıdan veto edilir. Bu hayal kırıklığı içerisinde Bulgakov "şeytan’a dair" romanı da dahil olmak üzere birçok çalışmasının elyazmalarını sobaya atar. Elena bu olayın tarihini 28 Mart 1930 olarak veriyor, yani Stalin’e ünlü mektubunu yazdığı gün. Bunun ardından 18 Nisan günü Stalin Bulgakov’a bizzat telefon edecek, Bulgakov’a Moskova Tiyatrosu'nun kapıları açılacak ve adı etrafında sürdürülen karalama kampanyası bıçakla kesilmiş gibi bir anda sona erecektir. Bu sadece Stailin’in, Bulgakov’a ettiği bir iyilik değil, aynı zamanda otuzlu yıllarda muhalif olarak gördüğü entelektüellerle oynadığı kedi-fare oyununun da bir parçasıdır. Büyük ihtimalle Bulgakov’un yurtdışına gitmek konusundaki kararsızlığı, telefonu bir gün karşılıklı oturup konuşmaları dileği ile kapatan Stalin’in hoşuna gitmiştir. Bu kedi-fare oyunun en ünlü aktörlerinden birisi de Pasternak’tır. Aniden Pasternak’ın evine telefon eden Stalin’e, Pasternak belki de o anın heyecanıyla, bir görüşüp konuşmaları gerektiğini söyler, Stalin’in “ne üzerine” konuşacakları sorusuna ise, Pasternak yine aynı heyecanla “hayat ve ölüm" üzerine diye cevap verir. Bu cevap üzerine karşı taraf derin bir sessizliğe bürünür ve telefon kapanır. Pasternak bir daha Stalin’e hiçbir zaman ulaşamayacaktır, tıpkı Bulgakov gibi.
Bu noktada bir parantez açmak ve Bulgakov’un Stalin’e yazdığı ünlü mektuptaki genel tona değinmek istiyorum. Bulgakov mektubunda fiziksel ve ruhsal hastalıklarına dikkat çekerek, itildiği sonsuz yalnızlıktan sözeder. Oysa Bulgakov’un kaderini paylaşan birçok yazar vardır o dönemde. Zamyatin, Pilnyak ve Mandelstam gibi ilk elde akla gelen isimlerin yanında, yüzlerce yazar ve sanatçı Bulgakov’la aynı durumdadırlar, Mayakovski’nin intihar etmesine ise ancak birkaç gün vardır ve bu yazarlar endişelerini ve eleştirilerini Sovyet edebiyatının geleceğine odaklamışlarken, Bulgakov gelenekten kopuşun ve bağımsız bir yazar olamamanın acılarını çekmektedir. Bu ton Bulgakov’un hemen hemen tüm özel ve resmi yazışmalarına hakim olan tondur ve Fesya’dan Usta’ya kadar tüm ana karakterlerine de hakim olacaktır.
Moskova Tiyatrosu’nda başlayan yeni hayat, daha sonra Soljenistin’in bir başka bağlamda sözedeceği edebi şizofrenin kapılarını da açacaktır Bulgakov’a. Bundan sonra ancak, bütün gününü dolduran tiyatrodan ve diğer resmi görevlerinden arta kalan zamanında ve sadece kendisi için devam edebilecektir gizli romanına.
25 Şubat 1931’de bir daha görüşmeme kararı alarak ayrılırlar. İşte bu yıl içerisinde Bulgakov’un aldığı notlarda ve yazdığı fragmanlarda ilk kez Margarita adı karşımıza çıkar. Ayrıca kötü kedi Begemot da "Woland-On-Tour" ekibine katılır. Woland’in Usta’ya vereceği ödülün Schubert’in müziğinin izlerini taşıyacağı da bellidir. Roman bildiğimiz yapısına giderek yakınlaşmaktadır, ancak Bulgakov’un devam etmeye takati yoktur.
1932 yılının Eylül ayına kadar Elena ile görüşmezler. Ancak bir gün, Elena’nın günlüklerini okuyan "Usta ile Margarita" okuyucuları Bulgakov ile Elena’nın ikinci karşılaşmasının öyküsünü bir yerlerden hatırlar gibi olacaklardır. Elena’nın elinde çiçekler vardır ve aylardır ilk defa sokakta yalnız yürümektedir - kocasına söz vermiştir çünkü, evden asla yalnız çıkmayacaktır - Sokakta karşılaştığı ilk insan Bulgakov’dur ve Bulgakov’un ilk sözleri "sensiz yaşayamıyorum!" olur. "Ben de!" der Elena ve 4 Ekim1932 tarihinde evlenirler.
Şeytana dair roman!
1932 sonbaharı ile 1936 yazı arasında geçen zaman "şeytana dair roman" açısından en verimli dönem olur. Bu dönemde 37 bölüm yazılır, birçok bölüm çıkarılır, değiştirilir, yeniden yazılır. Bu redaksiyondaki en önemli özellik romana yeni bir öykü hattının eklenmesi; Faust ile Margarita arasındaki yasak aşkın ortaya çıkmasıdır. Ancak bu Goethe karakterinin adı yalnızca bir bölümde anılır, diğer bölümlerde Bulgakov kahramanını sadece şair olarak adlandırır. Margarita ise bu arada Woland’la karşılaşmış ve yaptığı hizmetlerin karşılığında aşkı yeniden kendisine geri verilmiştir. Âşıklar zehirlenerek ölmelerinin ardından Woland’la birlikte Moskova üzerinde uçarlarken, kent kıyamet ateşinde alev alev yanmaktadır. Pilatus’un korkaklığının affedileceği bir paragrafa daha yer verilir, bunu yarım bırakılmış bir paragraf izler ve şair hepimizin tanıyacağı adı; "Usta" adını alır.
Bulgakov’un bu dönemdeki notları arasında İsa’nın yaşamına ve İncil’e ilişkin uzun bir okuma listesi yeralır. Elena ise bu dönemi günlüğünde anlatırken, Bulgakov’un agorafobisinden, yalnız kalma korkusundan ve hipnoz tedavisi görmesinden söz etmektedir, ancak bu kriz de diğerleri gibi az çok atlatılır.
1936 yılı çok güzel başlar. Moliere sergilenecektir, oyun üç yüz provadan sonra ilk kez on beş Şubat’ta seyirci önüne çıkar. Ancak bu umut veren dönem de, Bulgakov’un hayatındaki diğer bütün güzel dönemler gibi çabucak bitecek ve oyun dokuz Mart tarihinde Pravda’da yayımlanan olumsuz bir eleştirinin hemen ardından tiyatronun programından çıkarılacaktır. Bu vetoyu izleyen günlerde İvan Vasilyeviç oyunu da de aynı kadere kurban gider. Bulgakov Moskova Sanat Tiyatrosu’ndaki işini bırakır ve Bolşoy’a geçer.
17 Ekim 1936 tarihinde Bulgakov’ların evinde yeni bir romana başlanmıştır. "Teatral Romans". Ancak bu roman hiçbir zaman tamamlanmayacak ve Bulgakov 1937 sonbaharında tekrar eski dostu, "Usta ile Margarita" ya dönecektir, artık tüm gücünü bu romana vermeye kararlıdır. Genel olarak, o zamana değin yazılmış olan bölümlerin geliştirilip, detaylandırılması ile sonuçlanan dokuz aylık bir çalışmanın sonucunda romanın nihai adı da ortaya çıkar: "Usta ile Margarita"
Usta’nın kaderini ve ödülünü belirleyecek o ünlü cümleler bu kez Woland’ın değil, Matta Levi’nin dudaklarından dökülür: "Işığa değil, yalnız rahat ve huzura hak kazandı".
Bu dönemde yapılan değişikler esnasında Moskova bölümünün dili daha sade bir hale getirilirken, Kudüs bölümü üç kişinin anlatımına dönüştürülür. Kudüs’te öykünün ilk bölümünü Woland anlatacak, ikinci bölümünü İvan düşleyecek, üçüncü ve dördüncü bölümleri Margarita, Usta’nın yanan ve tekrar Woland tarafından geri verilen elyazmalarından okuyacak ve böylece romanın altıncı redaksiyonu da bitecektir. 1938 yılının Mayıs ve Haziran aylarında elyazmaları ilk kez daktiloya çekilir, "Her şeyi en baştan tekrar düşündüm, her şey ama her şey şimdi çok açık“ demektedir Bulgakov.
Yazar, o yazı para kazanmak için başka işler yapmakla geçirir ve 19 Eylül’de yine romanının düzeltmelerine başlar. Bir süre sonra ise metni nihayet küçük bir arkadaş çevresine okuma zamanı gelir. 26 Nisan ile 14 Mayıs 1939 arasında gerçekleşecek bu okumalar önemlidir, çünkü özellikle bu dönemde metinde önemli değişiklikler yapılır ve Epilog yazılır. Usta’nın kaderini ve ödülünü belirleyecek o ünlü cümleler bu kez Woland’ın değil, Matta Levi’nin dudaklarından dökülür: "Işığa değil, yalnız rahat ve huzura hak kazandı".
Bulgakov’un sağlığı giderek bozulmaktadır, hayatının son sekiz ayını romanını bitirme mücadelesi içersinde geçirecektir. 1940 başlarında Elena günlüğüne şunları yazar: "İlk bölüme eklemeler yaptı ve romanı kendisine baştan okumamı istedi. Berlioz’un cenazesi bölümünü okumaya başlamıştım ki, 'Tamam… Bu kadarı yeterli… Galiba' dedi ve bir daha da tekrar okumamı istemedi." 10 Mart 1940 tarihinde saat 16.49’da Bulgakov bir an gözlerini açıp Elena’ya - belki dünyaya da hep baktığı gibi - şaşkınlık ve tuhaf bir ışıkla dopdolu gözlerle bakacak ve Elena az sonra günlüğüne "Mişha öldü" yazacaktı.
İşte "Usta ile Margarita" böyle bir hayatın ve böyle bir çabanın ürünüdür. Doğrudur, birçok okuyucu bu romanın ikinci bölümünü zayıf olarak niteler, hatta birinci bölümün ardından okunan ikinci bölüm olsa olsa bir “düş kırıklığıdır” ya da: “Kesinlikle bitmiş bir roman değildir bu“. Değildir belki de, çünkü Bulgakov düzeltmelerine her seferinde birinci kitabin birinci bölümünden başlar ve bu nedenle ikinci kitap hiçbir zaman birinci kitap kadar elden geçmez. Ama unutmamalıdır ki, sadece romanın yazıldığı on iki senenin tüm acı tatlı anları, sevinçleri, düşleri, düş kırıklıkları ve umutları değildir “Usta ile Margarita’nın” her satırına, her sözcüğüne sinmiş olan. Bir insanın tüm bir hayatı, yaşadıkları, öğrendikleri, düşündükleri ve hayalleriyle birlikte, içinde yaşadığı toplumun, tarihin ve kültürün mirasıdır elimizdeki. Ve o yüzdendir ki bu kitabın bitmemiş olmasının, yazılmasının önemi yanında hiç ama hiçbir hükmü yoktur.
Önemli olan şudur aslında:
“Usta ile Margarita’yı" ancak böyle gözlerinde tuhaf bir ışıkla ölen yalnız bir ruh yazabilirdi ve bu ruhu ancak bir mucize kurtarabilirdi. Belki de “Usta ile Margarita” bu mucizenin ta kendisidir.
II. Baskılar
"Usta ile Margarita" ilk kez 1966-67 yıllarında, Sovyetler Birliği’nde, politik olarak orta yolu benimsemiş olduğu söylenebilecek "Moskva" dergisinde yayımlandı. Ancak çok geçmeden romanın sansürlenmiş olduğu ortaya çıktı ve bu sansürlenmiş bölümler yurtdışına ulaştırılarak, tam olduğu düşünülen iki yeni baskı yapıldı. İlki 1967’de Bern’de yapılan ve "Moskva" baskısında sansürlenmiş olan bölümlerin ek olarak verildiği baskı, ikincisi ise 1969’da Frankfurt’ta yayımlanan ve eksik bölümlerin metinle bütünleştirilerek italik olarak basıldığı "Possev" baskısıdır. Bu baskı 1973 yılındaki Sovyet "Romany" baskısına kadar tam metin olarak kabul edildiyse de, "Romany" baskısıyla birlikte ilk iki baskıda kesinlikle görülmeyen bölümler ortaya çıkmıştır – bunlardan en önemlisi, "Moskva" baskısında sansürlenmiş olan bölümleri italik olarak bastığını belirten Can Yayınları baskısının 1.kitabının 223.sayfasında yer alan ve Usta’nın geçmişinden söz ettiği, ancak italik olarak basılmayan bölümdür. Can Yayınları’nın elimdeki 2003 baskısında dikkatimi çeken bir başka bölüm de ikinci kitabın 119.sayfasında yeralan ve valinin "şerefimize ve senin şerefine Sezar, Romalıların babası, en iyisi, en sevileni!" diyerek kadeh kaldırdığı bölüm. Bu bölüm "Moskva" baskısında, Stalin’e yaptığı açık çağrışımdan ötürü sansürlenmişti, Can Yayınları baskısı burada da italik değil. Ama her halükarda Can Yayınları baskısı metinden çıkardığım haliyle "Romany" baskısını, yani "tam olarak" kabul edilen baskıyı esas almış durumda.
Bulgakov’un notları, romanın bitmemiş müsveddeleri ya da daktiloya çekilmiş birden fazla versiyonun varlığı, ayrıca bunlar üzerinde dağılmış son düzeltmeler ve nihayet de romanı yayına hazırlayanın Elena Sergeyevna olduğunu ve son değişiklikleri de – Bulgakov’un arzuladığı gibi olduğunu varsayarak – yine onun yapması göz önüne alınırsa "Usta ile Margarita’nın" gerçek anlamda “nihai” bir versiyonundan söz etmek aslında pek mümkün değildir. Ama "Romany" baskısı bugün bütün dünyada esas kabul edilmektedir.
III. Yorumlar
Bugün birçok edebiyat eleştirmeninin “Usta ile Margarita” konusunda paylaştıkları temel ortak payda bu romanın “tek bir yorumunun” olamayacağıdır, “elimizde bu Gordiyon düğümünü kesecek sadece bir tek kılıç yoktur.”
“Usta ile Margarita’nın” ilk basımı ile birlikte edebiyat dünyasına hakim olan ilk durum “şaşkınlık” olarak nitelenebilir. Eleştirmenlerin önünde duran, sadece yazılmasından yirmi altı yıl sonra gün ışığına çıkan bir roman değil, yepyeni bir tarz, yepyeni bir anlatım, kısacası yepyeni bir şeydi. Bulgakov’un sanki bir şişeye koyup da geleceğe gönderdiği bu metne; hicivden romansa, büyülü gerçekçilikten tarihi romana kadar birçok janrı adeta iç içe geçirmiş bu heterojen yapıya önce bilinen raflarda bir yer arandı. Ancak “monist” olarak tanımlanabilecek bu arayışların her birisi, başka bir yorum tarafından “geçersiz” kılınmaya mahkum gibiydi. Bugün birçok edebiyat eleştirmeninin “Usta ile Margarita” konusunda paylaştıkları temel ortak payda bu romanın “tek bir yorumunun” olamayacağıdır, “elimizde bu Gordiyon düğümünü kesecek sadece bir tek kılıç yoktur.”
Romanın özellikle Moskova bölümlerindeki “karnaval” havası, bir yandan Ortaçağ kiliselerindeki gösterileri hatırlatıyor, diğer yandan ise roman, ünlü Bulgakov eleştirmeni Elendea Proffer’in de gösterdiği gibi adını, Ortaçağ’da yaşayan bir yergi ustası olan Menip’ten alan, Menip tarzı taşlamanın da hemen hemen bütün özelliklerini taşıyordu. Karakterlerin gerçek ama olayların fantastik olması, içerik ve stil arasındaki aykırılık, okuyucunun okuduklarının hayali olduğunu bilmesi ve buna rağmen ya da bizzat bu nedenle romandan aldığı tat ise doğrudan masal geleneğini çağrıştırıyordu. Ama burada hiçbir kahraman masallardaki gibi “mutlak iyi” ya da “mutlak kötü” değildi. Örneğin ebedi bir aşkın kahramanı Margarita Şeytan Woland ile anlaşma yapabilecek kadar kötü, Woland Usta’yı ödüllendirip, iktidar çarkının kötülerini cezalandıracak kadar iyi, ebedi aşkın diğer kahramanı Usta ise romanını yakarak hiçbir “iyi” masal kahramanına yakışmayacak kadar “korkak” olabiliyordu.
Tabii en popüler ve dikkat çeken yaklaşım, romanın yarattığı edebi sansasyonun epey önünde giden politik sansayon tarafından cömertçe beslenen otobiyografik özelliği ve buna dayanan açıklamalardı. Romanda didik didik Bulgakov’un bir sanatçı olarak portresi ve roman karakterlerinin gerçek hayattaki olası karşılıkları aranmaya başlandı. Gerçekten de metinde Laura D.Weeks’in ya da Andrew Barrat’ın da zaman zaman işaret ettiği gibi gerçek hayattan adresler vardır. Örnegin MASSOLIT, dönemin RAPP’ının (Rus Proleter Yazarlar Birliği) bir parodisi gibidir. Latunsky ise Bulgakov’u yerin dibine batıran eleştirmen Leopold Averbakh’a Bulgakov’un yakıştırdığı addır – ayrıca Lunaçarski ile gösterdigi ses uyumu da dikkat çekicidir. – Biezdomny “Evsiz” ise yine o dönemlerde “Yoksul”, “Adsız” vb. gibi isimler altında yazan “proleter” şairlere dolaysız bir göndermedir. Ve tabii ki Riyukin Mayakovski’nin neredeyse ta kendisidir.
Stalin’in Bulgakov’un hayatına doğrudan müdahalesini yorumunun merkezine oturtan başka bir okumaya göre ise üç roman kahramanı; Woland, Usta ve Margarita sırasıyla Stalin, Bulgakov ve Elena’nın kişiliklerinin doğrudan karşılıklarıdır.
Elena Mahlow bu yaklaşımı daha da geliştirerek – belki de abartarak - “Usta ile Margarita’nın” bir 20.yüzyıl Rus entelijansiyası tarihi olarak bile okunabileceğini; Margarita’nın devrim öncesi entelektüellerini, Pilatus’un Proleterya Diktatörlüğünü, Yeşua’nın ise gerçek proleteryayı temsil ettiğine varan açıklamalar yapmaya koyulur. Hatta Woland Stalin’i, ekibini oluşturan Korovyev, Begemot ve Azezello ise Stalin’in yardımcıları Molotov, Voroshilov va Kaganiç’i temsil etmektedirler. Yahuda’nın katili Kirov’un katilidir. Stepan Likodiyev’in Yalta’ya gönderilmesi ise Troçki’nin 1928 yılında Alma Ata’ya gönderilmesinin tarihidir.
Stalin’in Bulgakov’un hayatına doğrudan müdahalesini yorumunun merkezine oturtan başka bir okumaya göre ise üç roman kahramanı; Woland, Usta ve Margarita sırasıyla Stalin, Bulgakov ve Elena’nın kişiliklerinin doğrudan karşılıklarıdır.
Uzun sözün kısası bu yorumlar, sonradan birilerinin bir sürü kronolojik problem sunarak, diğerlerinin çıkarımlarının ne kadar yanlış, kendi çıkarımlarının ise ne kadar doğru olduğunu göstermesiyle uzayıp gitmektedir. Bu son yaklaşım okuyucu için tabii ki çekici olabilir, ancak bu tavrın elimizdeki metni değersizleştiren ve ucuzlaştıran bir yanı olduğunu, metnin metafiziğini, şiirini, anlatım zenginliğini sığlaştırdığını, sunduğu insanlık durumunun trajiğini ya da traji-komiğini, tartıştığı insan olmanın evrensel problematiklerini, taşıdığı zengin edebiyat geleneğini ve bununla birlikte getirdiği soruları – belki de bilmeceleri - sahne arkasına ittiğini düşünüyorum.
Kuşkusuz “Usta ile Margarita” okuyucusu kolay bir metinle karşı karşıya değildir. Kitapta neden Kant’ın ya da Puşkin’in adlarının anıldığını ya da bir roman kahramanının neden şu ya da bu ismi taşıdığını düşünmek, araştırmak bile başlı başına çözülmesi gereken bir bilmece olabilir. Örneğin Bulgakov’un efsanevi müzik aşkı ve bilgisini göz önüne alırsak; romanın hemen açılışında tanıştığımız ve daha sonra kafasının koparak öleceğini öğrendiğimiz edebiyatçı Berlioz’un adının seçiminin kesinlikle bir tesadüf olmadığını görürüz. Daha da başa dönersek, romandan daha tek bir satır dahi okumadan karşılaştığımız ilk metin Goethe’nin Faust’udur. “Söyle kimsin sen?” Daha ilk anda okuyucu olarak “Şeytan’la” bir işimizin olacağını düşünürüz. Hemen arkasından gelen “Berlioz” adı ise ünlü bestecinin “"La Damnation de Faust – Faust’un Lanetlenmesi“ adlı eserine sıradan bir göndermeden çok, Bulgakov’un okuyucuya özellikle verdiği sayısız ipuçlarından biridir. Burada Bulgakov’un Berlioz’un “Fantastik Senfoni’sine” yaptığı gönderme daha da açıktır. Bu senfoni sadece Woland’ın balosunu andıran bir cadılar bayramı ile sonuçlanmaz, aynı zamanda giyotinli bir infaz bölümü de içerir, yani Berlioz’un kaderi isminden bellidir, yani okuyucu Woland’in birkaç saat içerisinde neredeyse kelimesi kelimesine gerçekleşecek kehanetlerine hazırlanmaktadır.
İki Dünya: Moskova ve Kudüs
“Usta ile Margarita’da” birisi Moskova’da diğeri ise Kudüs’te ilerleyen ve sonunda birleşen iki öykü hattındaki paralellikler de ilgi çekicidir. Öncelikle her iki öykünün de kuruluşundaki, geri planındaki ayrıntılar çakışmaktadır. Moskova’da Mayıs ayı, antik Kudüs’te Nisan ayının tam karşılığıdır. Her iki öykü de çarşamba günü başlar ve cumartesi günü sona erer. Hatta her iki şehirde de güneşli bir havadan, bunaltıcı bir havaya ve rüzgara geçişler yaşanır. Bu denli simetrik olmasa da aynı paralellik metnin birçok noktasında kendisini gösterir. Örneğin Pilatus 26. Bölüm’de “Gece ay ışığında bile huzur bulamıyorum,” derken Usta az önce yaktığı romanının elyazmalarının Woland tarafından tekrar kendisine verildiği ünlü bölümde “Geceleyin, ay ışığında bile huzur nedir bilmiyorum,” demiştir. Güller de güzel bir örnektir. Pilatus güllerden şiddetle nefret ederken, güllerin Usta’nın en sevdiği çiçekler olduğunu öğreniriz. Yani adeta şeytan ayrıntıda gizlenmiş gibidir. Ancak aynı mantık çizgisi, paralel gibi görünen bu iki dünya, karakterler temelinde da üst üste konmak istendiğinde ciddi sorunlar ortaya çıkar. Tabii burada en gözde olan yaklaşım Usta ile Yeşua arasında çekilen paralel çizgidir. Özellikle yetmişli ve seksenli yılların liberal Sovyet eleştirmenleri arasında taraftar bulan bu şematik diyebileceğimiz bakışta, Usta ve Yeşua siyasi iktidar tarafından güçsüzleştirilmiş iki günah keçisi ya da iki kurban olarak yorumlanarak aynı kimliğe hapsedilirler. Ama “Usta” ile “Pilatus” arasında da yukarıda sözünü ettiğim ayışığı ya da güller motiflerinde olduğu gibi hem paralel hem de çelişen bir ilişki kurulabilir. Bu noktada Latunsky imdada yetişir ve Pilatus’un Moskova’daki karşılığının Latunsky olduğu belirtilir, Aynı şekilde hain olarak Yahuda ve Alozy Mogaric, mürid olarak ise Matta Levi ve Ivan “Biezdomny” aynı paralel çizgilerde yeralırlar. Peki romanın en önemli kahramanlarından Margarita ve Woland’in bu şemada yerleri nedir? İşte bu soruyla birlikte, önerilen bütün bu tür şemalar da bir çıkmaza girerler.
"... Şu sorunu düşünmek lütfunda bulun: Kötülük olmasa senin iyiliğin neye yarar, gölgeler silinse yeryüzü neye benzerdi?”
Daha sonra, bu tür şematik ve Moskova öyküsünü Kudüs öyküsünün çerçevesine oturtan eğilimlere karşı özellikle Gasporov’un çalışmalarında kristalize olan´ve romanı bir bütün olarak ele alan yaklaşımlar öne çıkmaya başladı. “Usta ile Margarita’da” paralel “iki şehrin hikâyesi” değil motifler aranmalıydı: Benzetmeleri, sözcükleri, temaları, olayları kısacası romanın bütününü değerlendirmek. Bu tür eleştirilerde en çok verilen örneklerden birisi güneş ve ay motifidir. Güneş "Usta ile Margarita"da hiçbir zaman - belki de yerleşik metafor düzenine aykırı olarak – bir aydınlanma ya da pozitif olarak değerlendirilebilecek bir hayat sevincini sembolize etmez. Moskova’nın her yerinde; yatak odalarından, Stravinski’nin kliniğine kadar sık sık işaret edilen ampuller de sanki bu ışığın devamı gibidirler. Oysa deliliğin, başka bir dünyanın, başka bir düzenin, yani başka bir gerçekliğin yaşandığı "Ay" sanki bir ruh zenginliğinin ifadesi gibidir. Bu noktada Bulgakov’un yapmaya çalıştığı bilinen perspektiflerin dışına çıkmak, dahası metnin icinde sürekli bir perspektif kaydırmasına gitmek gibi görülebilir. Unutmamak gerekir ki Bulgakov romanının ilk redaksiyonunda Kudüs bölümünü "Şeytan’a Göre İncil" olarak adlandırmıştı. Buradaki niyet sanırım açık: Bulgakov Ortodoks Hristiyanlığın merkezine oturtulan inanç sistemine başka bir bakış getirmek ister. Yaşananlarla okuyucu arasındaki anlatıcının hemen tamamen yok olduğu, olağanüstü gerçekçi bir dille yazılmış Kudüs hikâyesinin kahramanı, Yeşua-İsa dini kaynaklardan tanıdığımız ilahi bir varlıktan çok, acı çeken bir insan olarak çizilmiştir. Daha önemlisi Rus Ortodoks Kilisesi’nin inanç geleneğinde çok önemli bir yer tutan "Yeniden Diriliş"ten Bulgakov kendi İncili’nde hiç söz etmez. Aynı türden bir perspektif kaydırması Woland için de söz konusudur. Woland’ın bize şeytan olduğu söylenmektedir ama Woland geleneksel bir şeytan değildir, çünkü geleneksel şeytan tanımında Woland’ın durumunda olduğu gibi moral bir belirsizlik yoktur. Woland şeytan biçimindedir ama Moskova’daki edebiyat ve tiyatro dünyasının kokuşmuş, rüşvetçi, bürokrat kadrolarının foyalarını ortaya çıkartan, onları rezil eden ve adaleti tekrar tesis eden işlevi noktasında geleneksel Şeytan’ın niteliklerinden uzaklaşmaktadır. İyinin ve kötünün bir aradaki varoluşuna yol vermeyen Hristiyanlık anlayışı burada yine Woland’ın Matta Levi’ye söylediği şu sözlerde de olduğu gibi, tersyüz edilmekte ve sorgulanabilir bir gerçeklik olarak sunulmaktadır: "...Şu sorunu düşünmek lütfunda bulun: Kötülük olmasa senin iyiliğin neye yarar, gölgeler silinse yeryüzü neye benzerdi?”
Burada önemli bir başka nokta da Andrew Barrat’in işaret ettiği noktadır. Yukarıda bir bölümü alıntıladığım konuşma esnasında "kötülüklerin perisi ve gölgelerin efendisi" Woland ile ekibi Moskova’dan ayrılma hazırlıkları içerisindedirler. Matta Levi, Woland‘a "yukarıdan" bir istekle gelir ve onun Usta’yı ve Margarita’yı Woland’ın yanına almasını ve huzurla ödüllendirmesini istediğini iletir. Woland bu emri bilerek ve isteyerek ifa edecektir etmesine, ama "iyi ama neden kendi yanınıza, ışığın içine almıyorsunuz onu?" diye sormaktan da kendini alamayacak, Matta’nın "ışığa değil, yalnızca rahat ve huzura hak kazandı," cümlesi ise, başına aldığı bir "neden" sözcüğü ile biz okurların çözmesi gereken "Usta ve Margarita Diyarından Sorular“ köşesine nakledilecektir, ta ki Bulgakov’un bıraktığı gnostik izlerin peşinde yürüyünceye kadar.
Işık-gölge, güneş-ay
Bulgakov’un Hristiyanlığa bu alternatif bakışı "Usta ve Margarita" yorumcularını metnin İncil dışındaki dini kaynaklarını araştırmaya yöneltti. Özellikle Bulgakov’un yarattığı kozmolojinin içerdiği düalizm çok geçmeden metnin "Gnostik Din’ler"le bağlantısını gündeme getirdi: Işık-gölge, cesaret-korkaklık, güneş-ay, aydınlık-karanlık gibi karşıtlıklar, romanın felsefi argümantasyonlarında gayet açık seçilebildiği gibi, Usta ve Margarita’nın ölümleri ve huzura, "kurtuluşa" uçuşları yine gnostiklerin ruhun beden içerisinde hapsolduğu ve ancak ölümle birlikte ruhun özgürlüğüne kavuşacağına ilişkin inançlarıyla örtüşmektedir. Barrat, Bulgakov’un etkisinde kaldığı gnostik kaynakları göstererek Woland’in periyodik aralarla dünyaya gönderilen ve mesajı sadece az sayıda, seçilmiş ölümlüler tarafından algılanabilen – bu durumda Usta, Margarita ve İvan – elçi olabileceğini önermektedir.
Yine Bulgakov’un bakışına uygun olduğu ileri sürülen başka bir teoloji de Maniheizm'dir. Ay ve güneşi dünyanın işleyişinde önemli bir yere oturtan ve genelde gnostik gelenek içerisinde değerlendirilen Maniheizm’de tanımlanan ışık aleminin beş niteliği; yani sevgi, iman, sadakat, cesaret ve hikmet, Gareth Williams’a göre Usta, Margarita ve Yeşua gibi ana roman karakterlerinin temel özellikleri gibidir. Karanlıklar alemini niteleyen zehir, karanlık, duman alev ve fırtına ise Woland ve ekibini göstermektedir.
Yukarıda aktarmaya, tartışmaya çalıştığım noktalar, yıllardır gerek akademik, gerekse popüler anlamda Bulgakov ve daha özelde “Usta ile Margarita” çevresinde tartışılanların sadece birkaç noktası. “Faust” bağlantısı ya da romanın anlatıcısının kim olduğu gibi daha onlarca tartışma noktası var burada değinemediğim. Bitirmeden tekrar vurgulamak istediğim şey ise, bu romanın arkasında duran çabayı, tarihsel koşulları ve kültürel geleneği okur olarak hiçbir zaman unutmamak. Ve belki de Bulgakov’un çağdaşı Pasternak’ın sözlerini hatırlamak: “Dünyada yaşadığımız şu kısacık süre içerisinde evrendeki yerimizi, varoluşumuza ilişkin tavrımızı anlamak zorundayız. Yoksa hayat anlamsız olur.”
KAYNAKÇA
1. Mihail Bulgakov, Usta ile Margarita, Istanbul, Can Yayinlari, 2003.
2. Mihail Bulgakow, Der Schwarze Magier, Berlin, Verlag Volk und & Welt, 1994.
3. Julie Curtis, Manuskripte Brennen Nicht. Michail Bulgakow: Eine Biografie in Briefen und Tagebüchern , Frankfurt am Main, S.Fischer Verlag, 1991.
4. Laura D. Weeks, The Master & Margarita: A Critical Companion, Northwestern University Press, 1995.
5. Andrew Barrat, Between Two Worlds: A Critical Introduction to the Master and Margarita, New York, Oxford University Press, 1987
6. Lesley Milne, Mikhail Bulgakov: A Critical Biography, Cambridge, Cambridge University Press, 1990
7. Ralf Schröder, Literaturgeschichtliche Anmerkungen - Michail Bulgakow, Der Meister und Margarita, s. 505-523, Münih, dtv, 2004
Kitap Adı: Usta İle Margarita, Mihail Bulgakov, çeviren: Aydın Emeç, Can Yayınları, 2003, 576 s.
Comments