Veba Geceleri ve Şöhretin Bedeli
Edebiyat birine hakaret edebilir mi? Edebiyat birileriyle alay eder mi? Edebiyat suçlar mı? Yargılar mı? Edebiyat, yazarın başkaları ile arasında olan husumetin, kuyruk acısının, çözümsüzlüklerin öç alma yeri midir? Edebiyat, yazarın komplekslerinin, kişisel açmazlarının, öfke ve hırslarının tatmin edileceği yer midir?
Orhan Pamuk kitapları, daha ilk satırları yazılmaya başlandığında edebiyat dünyasının gündemini meşgul eder. Orhan Pamuk okurları, anbean kitabın yayınlanacağı günü bekler ve o güne kadar gelişmeleri takip ederler. Bu nedenle yazılmakta olan kitaba dair her haber, bu okurlarda büyük bir heyecana neden olur. Kitabın yayınlanacağı kesin tarih duyurulduğunda artık heyecan doruktadır. Bu süreç, belirli bir okur kitlesine sahip her yazar için geçerlidir, ancak söz konusu Nobelli bir yazar ve ismi büyük tartışmalarla gündemde olan Orhan Pamuk olduğunda, edebiyat dışı pek çok faktörün sürece dahil olması ile, farklı bir seyir izler. Nitekim Veba Geceleri de işte bu özel sürecin ana kahramanı olarak yayınlanır yayınlanmaz tartışmaların odağına oturuverdi.
Edebiyatla uzaktan yakından ilgili hiç kimse ne Veba Geceleri’ni ne de başka bir edebiyat eserini Atatürk’e ya da başka bir isme ya da olguya hakaret etmekle suçlayabilir. Çünkü edebiyatın asla ve asla böyle bir derdi olmaz, olamaz. Edebiyat söz konusu ise; bu yazının başındaki tüm sorulara cevabımız koca bir HAYIR’dır. Herhangi bir edebiyat eseri için, eğer bu sorulardan herhangi birine evet diyorsanız, ortaya çıkan şeye ne edebiyat ne de eser diyebiliriz. Edebiyat kimseye hakaret etmez, kimseyi yargılamaz, suçlamaz. Evet, yazarın bir derdi vardır ve bir eseri kaleme alırken tek amacı, ve belki de en büyük kaygısı ve sancısı, o derdi anlatmaktır. Ve akabinde edebiyatın asıl derdi anlamaktır. Yazar o derdini masaya yatırır, keser, biçer, yoğurur, şekil verir, bozar, yeniden ve yeniden inşa eder. Yani aslında edebiyat bir bakıma anlatmaktan çok anlama çabasıdır, elbette en başta yazar için böyledir bu; dünyayı, yaşamı, insanı, doğayı… En çok da kendisini anlamaya çalışır yazar. Bu anlatma ve anlama çabasına okurunu da ortak eder. Edebiyat, işte o, yazarın ve okurun buluştuğu büyülü yerdir. Bu nedenle edebiyattır, başka bir şey değildir.
Mahir Ünsal Eriş’le yaptığımız bir söyleşide, ona iyi edebiyat–kötü edebiyat, iyi yazar–kötü yazar, iyi kitap–kötü kitap üzerine ne düşündüğünü sormuştum. Hiç unutamadığım bir cevap vermişti: “İyi edebiyat–kötü edebiyat diye bir şey yoktur, tek bir edebiyat vardır o da iyidir zaten.”
Meselenin özeti budur.
Bir edebiyat eseri için bir yayınevinin ve o eserin yazarının, hayır biz kimseye hakaret etmedik, diye açıklama yapmak zorunda bırakılması bu nedenle çok ama çok üzücüdür.
Elbette her kitap eleştirilebilir. Edebiyatın benim için ne olduğunu yukarıda anlatmaya çalıştım. Bu kapsamda bir kitapla yakınlık kurabiliyorsam ne mutluluk! Bir okur daha ne ister? Ama eğer bir kitapla yakınlık kurmakta zorlanıyorsam, işte bunun nedenleri doğrultusunda o kitabı elbette eleştirebilirim. Veba Geceleri’nin, Orhan Pamuk gibi, usta yazarlığı başta Nobel olmak üzere, sayısız ödülle, kitap satış rekorları ile, ünü ile binlerce kez kanıtlanmış bir yazar tarafından kaleme alınmış olması bu durumu değiştirebilir mi? Değiştirmeli mi? Bu yazının ana amacı da bu zaten. Her kitabın, okuru kadar yorumu vardır. Bu yazı da o okurlardan birinin yorumudur naçizane…
Kitabı bitirdiğimde, elimden geldiğince kitap üzerine yapılmış eleştirileri de okumaya, izlemeye çalıştım. Özellikle tanınmış eleştirmenlerin kitabı yere göğe koyamadıklarını gördüm. Bence de ve tabii ki çok usta bir yazarın elinden çıkmış çok iyi kurgulanmış bir eserle karşı karşıyayız. Diğer yandan aynı eleştirmenlerin bu “çok iyi” yorumlarının altını çok da dolduramadıklarını, “çok iyi” “harika” demekten pek de öteye gidemediklerini gördüğümü de belirtmeliyim.
Benim açımdan, okuduğum en nitelikli eleştiri K24'te yayınlanan Umut Dağıstan imzalı “Veba Geceleri ve romanda ölçüt sorunu”* başlıklı yazı oldu. Dağıstan, hem romanın ne kadar ustaca yazıldığının hakkını vermiş, hem de nesnel bir bakış açısı ile romanın nasıl daha iyi olabileceğine dair düşüncelerini paylaşmış. Ben de kitap hakkında benzer düşüncelere sahibim.
Orhan Pamuk, kitaplarına unutulmayacak ve edebiyat tarihinde iz bırakacak cümlelerle başlar: “Bu hem bir tarihi roman hem de roman biçiminde yazılmış bir tarihtir.” Veba Geceleri’nin bu ilk cümlesi bize hem ne tür bir roman okuyacağımızı söylüyor, hem de Pamuk’un kitaba dair çıkacak bütün olası tartışmaları tahmin ettiğini ve bu tartışmalara karşı okuru uyardığı kadar kendini de sağlama aldığını gösteriyor. Bir anlamda; “tarihi bir de benim gözümden okuyun” derken, bu tarihe karşı çıkacaklara da “olabilir, zaten bu bir kurgu” diye göz kırpıyor muzipçe. Yani daha ilk cümlesi ile, “ey okur, oldukça çekişmeli, eğlenceli olduğu kadar emek isteyen zorlu bir oyuna hazır mısın?” dediğini düşündürdü bana.
Benim için kitaba dair en büyük sıkıntı, cümle kuruluşları ve anlatımdaki, yazarın okuru zorlayan teknik tercihlerinden kaynaklı ritim eksikliği oldu. “Ve”leri bol, uzun mu uzun ve devrik olan cümleler, eğer bir ritim duygusu ile okura ulaşabilseydi bu kadar rahatsız edici olmayabilirdi, ancak ben kendi adıma bu cümleler üzerinde oldukça emek harcayarak ilerledim. Belki de yazarın amacı bu emeği vermemizdi. Diğer yandan genel olarak cümle kuruluşları ve özellikle Osmanlı dönemi toplum yapısına dair anlatımlar, kitabın sanki Türk okura değil de, başta İngilizce olmak üzere, birçok farklı dilde kitabı okuyacak dünya okurlarına yönelik özel bir anlatma çabası içine girdiğini düşündürdü bana. Yani romanın, Türkiye dışındaki oryantalizm meraklısı okurların beklentilerine göz kırpan bir yanı olduğunu düşünüyorum.
Orhan Pamuk’un diğer kitaplarında olduğu gibi, Veba Geceleri’nin yayınlanma sürecinde hem yazar hem de okurları için heyecan verici şeyler yaşandı. Türkiye’deki ilk basımı 300.000 kopya olarak yapıldı. Kitap yayınlanmadan önce Orhan Pamuk’un bizzat kendisinin kitabı anlattığı tanıtım videoları yayınlanmaya başladı. Bu videolar önümüzdeki günlerde de yayınlanmaya devam edecek sanırım. Pamuk kitabı kafasında 40 yıldır planladığını, 5 yılda yazdığını belirtiyor. Aslında yazım süreci belki daha uzun sürecekti; pandeminin dünya gündemine kâbus gibi çökmesi ile kitabın yayınlanması başka bir anlam kazandı ve hem Türkiye hem de yurtdışındaki yayıncıları Pamuk’u kitabın bir an önce yayınlanması konusunda sıkıştırmışlar. Bunun üzerine yazar son bir senede kitabı tekrar yazıyor. Söyleşilerinde belirttiğine göre, yazım sürecinde covid salgını başlamadan önce, veba kaynaklı korku ve ölüm korkusunu ilk başta iyi ifade edemediğini düşünüyormuş. Pandemi ile bu duyguyu daha iyi ifade ettiğini söylüyor.
Kitabın tarihle ilişkisi çok yoğun, öyle ki zaman zaman gerçekten bir tarih kitabı mı yoksa bir roman mı okuyoruz, birbirine çok karışmış durumda. Tarihsel ayrıntılar çok olduğu kadar, okuru yoran uzun anlatımlar yapılıyor. Bazı konular, özellikle salgına dair detaylar çok fazla tekrar edilmiş. Örneğin vebaya yakalanan birinin yanına gidilip yapılan ilk tetkikler ve hemen ardından veba hıyarcığının yarılması ve iltihabın akıtılması kitapta onlarca kez geçiyor. Bunun anlatıma ne kattığını gerçekten merak ediyorum. Tüm bunlar kitabın edebi tadı ve karakterlerin iç dünyası ile yakınlaşmamızı zorlaştırıyor. Bu durumun, Pamuk’un üzerine çok çalıştığını söylediği korku duygusu dahil insana dair duygulara, özellikle kitaptaki ana karakterlerin gerilim ve acı anlarına, dolayısıyla onların iç dünyalarına yeterince yakınlaşmamızı engellediği düşüncesindeyim. Bunda, kitabın üstkurmaca tekniği ile, akademisyen tarihçi karakter Mina Mingerli tarafından, bir edebiyat yazarının değil de bir tarihçinin gözü ve anlatımı ile yazılmış olması da etken olabilir. Burada eleştirilerime şunu da eklemeliyim; benzer nedenlerle, romanın bir kadın anlatıcının ağzından anlatıldığı duygusuna da yaklaşamıyoruz. Ben kendi adıma kitabın edebi tadına varabilmek için, elimden geldiğince, kitapta geçen tarihi olaylar ve kişilerle gerçek tarih arasındaki ilişkileri mümkün olduğunca dikkate almamaya, bu durumdan bağımsız bir okuma yapmaya çalıştım. Yine de çoğu bölümde Orhan Pamuk bundan kaçma şansı bırakmıyor okuruna. Ama işte bu durum, karakterlerle yakınlık kuramamamıza neden oluyor. Diğer yandan Pamuk yine söyleşilerinden birinde, bu kitaptaki karakterlerin hiçbirinde kendisinin olmadığını, kendisine uzak karakterler olduğunu söylüyor. Bu durum okur olarak bizim de Veba Geceleri’nin karakterleri ile aramıza mesafe koymuş olabilir.
Bu eleştirilerimde romanı beğenmediğim anlamı çıkartılmasın.
Mizah ve ironi, bence iyi bir eserin olmasa olmazlarından biri ve Veba Geceleri’nin temel yapı taşları olarak çok iyi kullanıldıklarını düşünüyorum. Tüm olumsuz eleştirilerime rağmen, hem tarihi, hem siyasi, hem polisiye, hem aşk, hem devlet bürokrasisi, hem de bir Doğu–Batı romanı olarak ele alınabilecek kadar geniş bir yelpazeye, çok katmanlı bir anlatım ve kurguya sahip bir roman yazmak, binlerce sayfalık bir tarihi, bir imparatorluğun çöküş dönemini, altı aylık bir zaman dilimine sığdırıp hayali olarak yaratılmış küçük bir adada geçen uzun (upuzun) bir hikâyeye dönüştürmek ancak çok usta bir yazarın harcıdır. Kitabın yoğun bir araştırma ve titiz bir çalışma ürünü olduğu da kitabın her satırında kendini bize gösteriyor. Yani yukarıda bahsettiğim eleştirilerime rağmen Orhan Pamuk, ustalığını bir kez daha gözler önüne seriyor diyebilirim.
Aslına bakarsanız şöhretin bedelini Orhan Pamuk kadar kitapları ve okurları da ödüyor. Bir Orhan Pamuk kitabı okurken, okumanın en kıymetli işlevini, okurla kitabın dünyadan kopup baş başa kalma ayrıcalığını, kitabın dünyasına kendimizi öylece bırakıverme şansını deneyimlemekte zorlanıyoruz. Ben, edebiyata dair bir eserle, o eserde geçen karakterlerle, olaylarla hatta mekân ve zamanla duygusal bağlar kurmayı tercih eden bir okurum. Duygusal bir okurum yani. Eserle kurduğum öznel ilişki çok önemli benim için. Yoksa niye okuyoruz ki?
Ya da yazar neden yazıyor ki, diye de sorabiliriz…
Edebiyata dair çok ahkam kestim, kusuruma bakmayın. Ama bir konunun daha altını çizmeden bitiremeyeceğim bu yazıyı. Nobel ödüllü bir yazar olmak kadar, dünya çapında bu derece tanınan, yazdıkları dünya çapında heyecanla beklenen, okunan ve tartışılan bir yazar olmak elbette bir yazar için büyük bir onurdur. Ama aynı onuru tüm okurları, hatta kitabı okusalar da okumasalar da, sevseler de sevmeseler de, yazarın ait olduğu ülkenin insanları da paylaşırlar. Edebiyat böyle bir şeydir, ne mutlu ki böyle bir şeydir ve bunu hiçbir şey değiştiremez…
Geo eskrim nedir? geo fencing, sanal bir çevre oluşturmak için bir cihazın coğrafi konumunu kullanan bir tekniktir. Bir cihaz çevreye girdiğinde veya terk ettikten sonra, bir bildirim gönderme veya bir olayı tetikleme gibi bir eylem yapılabilir.
https://miratinpuslufotografatlasi.blogspot.com/2020/11/elestiri-orangentalist-bir-agitsal.html