Afişlerin dili
Töre Sivrioğlu bu ay Litera Edebiyat için Weimar Cumhuriyeti'nin Kısa Tarihi adlı kitap eşliğinde, tarihin bu kısa ve müstesna dönemine, sol hareketin Hitler'in önünü kesme ihtimallerine bir bakış atıyor.
Üniversitede siyasi tarih dersleri verirken, öğrencilere ek puan alabilmeleri için kitap özeti ödevleri verirdim. Yirmi kadar kitabın adının yer aldığı listede en çok tercih edilen kitaplardan biri de Colin Storer’ın Weimar Cumhuriyeti’nin Kısa Tarihi[1] adlı çalışma idi. Önceleri safiyane genç bir öğretim görevlisi olarak öğrencilerimin Nasyonal Sosyalizmin yükselişi ve Almanya’da demokrasinin çöküşü konusuna bu denli ilgili olmalarından dolayı gurur duyuyordum. Sonraları fark ettim ki öğrencilerin bu kitabı tercih etmelerinin tek sebebi kitabın başlığındaki ‘kısa’ ibaresiymiş. Kısa yoldan puan almak maksadıyla bir sömestrde 20 öğrenci bu kitabı okuyup özetlemişlerdi.
Her ne amaç ile olursa olsun çok sayıda öğrencinin bu kitabı incelemesi gene de kârdı. Zira kitap oldukça iyi bir tarih çalışması… Kısa tarih başlığı okuru yanıltmamalı. Ki zaten Weimer Cumhuriyeti ne kadar sürdü ki? Hepi topu 15 sene (1918-1933) kadar.
Weimer Cumhuriyeti genelde olumsuz imajlarla anılır. Üzerinde 50 milyar mark yazan inanılmaz banknotlar, kamyonla para taşınan hiper enflasyon günleri, solcuları ve işçileri acımasızca ezen paramiliter Freikorps birlikleri, grevler, siyasi kaos, sonu gelmez koalisyon hükümetlerinin istikrarsız yapısı, bir yanda çorba kuyruğunda bekleyenler öte yanda gece kulüplerinde gününü gün eden tasasızlar…Colin Storer bu imaja ititraz ediyor ve cumhuriyetin aslında Alman bilim ve kültür tarihinin zirve dönemlerinden biri olduğunu söylüyor. Heisenberg, Einstein, Heidegger, Horkheimer, Adorno, Marcuse, Murnau, Eisner, Brecht, Berg, Schönberg ve daha nice kült isim bu dönemde yetişmişti. Bu yılların Almanyası Kafka ve Nabokov gibi sanatçıları da kendine çeken bir cazibe merkeziydi. Alman bilim insanlarının her yıl iki-üç Nobel ödülü alması o zamanlarının haber değeri taşımayan vaka-yı adiyelerindendi.[2] Toplumsal alanda kadınlara erkeklerle eşit oy hakkı verilmesi, cinsel baskıları azaltan, kadınların çalışma ortamına girmelerini sağlayan yasaların çıkarılması (gerçi bu Cihan harbinde yaşanan büyük erkek kırımının zaruri bir sonucu olarak da görülmektedir) da bu dönemin özelliklerindendi. Bin senedir otoriter idareler altında kalmış Almanlar için Weimar dönemi daha önce tatmadıkları politik ve toplumsal özgürlük alanları doğurmuştu.
Sol partiler ve düşünce akımları bu özgürleşme eğiliminden en iyi şekilde yararlanmaktaydılar. Almanya gibi tutucu sağcı bir ülkede artık, iyi zamanlarında oyları % 38’e dayanan, Sosyal Demokrat Parti (SPD) ülkenin en büyük partisi olmuştu. 1919 yılındaki seçimlerde sol partilerin oyları % 45 gibi rekor bir orana çıkmıştı. Sonradan Sosyal demokratlar ve komünistler (KPD) arasındaki bölünmeler ve kayıkçı kavgaları nedeniyle toplamda sol oylar biraz düşse de solcu partiler (kendi aralarında birlik olsalar) Nasyonal Sosyalistleri durdurabilecek güce sahiptiler. Mesela 1930 genel seçimlerinde Naziler % 18, Sosyal Demokratlar % 25, Komünistler % 13 oy almışlardı. Belki bu aşamada Nazileri durdurabilirlerdi. Yine başarısız olurlardı diyen çok tarihçi var ama onlar bunu denemediler bile... 1932’deki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Komünistler kendi adaylarını çıkardılar ve % 7 oy aldılar. Böylece sosyal demokratlarla Merkez (Zentrum) partinin ortak adayı Wilhelm Marx % 45 oyda kaldı. Onun yerine militarist sağın desteklediği Hindenburg % 48 oyla cumhurbaşkanı seçildi. Nazileri koruyup kollayacak olan Hindenburg ileride Hitler’i şansölyeliğe atayacaktı. KPD taktik gereği sol-merkez koalisyonunu desteklemiş olsaydı Hitler’in önü kesilebilirdi.
1932 Kasım parlamento (Reichstag) seçimleri tarihe müdahale konusunda belki de son şanstı. Seçimlerde Naziler % 33 oy aldılar. SPD (% 20) ve KPD (% 17) oylarının toplamı onları geçmekteydi. Ama böyle bir birlik olmadı ve tarih bildiğimiz şekilde aktı. Naziler adım adım iktidara yürürken SPD ve KPD birbirlerini yiyip durmaktaydılar. SPD liderleri, komünistleri ‘kökü dışarıda, Rus ajanları’ olmakla, suçluyordu. KPD ise sosyal demokratları işçi sınıfına ihanet etmekle, sahte devrimcilikle, reformistlik, oportünistlikle vb. itham etmekteydi. Dönemin KPD afişlerinde benzer temalar var. Bu afişlerde Sosyal Demokratların Nazilerden hiçbir farkı olmadığı vurgulanıyor. KPD sanki en büyük muhalefetini Nazilere veya iktidardaki merkez sağ partilere karşı değil de hep SPD’ye dönük yapmış gibi…
O günlerin KPD üyesi bir tanığı olan Arthur Koestler hiciv dolu anılarında solun neden Hitler’i durdurabilecek gücü varken bunu yapmadığını samimi bir dille anlatır : “Hepimiz gerçeği görmemizi engelleyen aldatmacı bir diyalektik sarhoşluğuna kapılmıştık. Asıl kaygımız faşist hergeleler değil, Troçkistler ve Sosyalistler (SPD) idi”.[3] Absürtlük öyle boyuttaydı ki 1931’de Prusya’nın yerel Sosyal Demokrat hükümetini düşürmek için imza kampanyası düzenlendiğinde komünistler ve Naziler işbirliği bile yapmışlardı. Koestler’in deyimiyle sosyalistler (SPD) baş düşmandı, çünkü işçi sınıfını ikiye bölüyorlardı”.[4]
O zamanlarda Alman ve dünya solunda Nazileri küçümseyen bir bakış açısı vardı. Nazım’ın Memleketimden İnsan Manzaralarında yer alan karakterlerinden iyimser Sovyet subayı İvan’a söylettiği gibi, ‘Beethoven ve Schiller’in milleti, nasıl olsa devirirler iti’ mantığıyla hareket ediliyordu. Vaziyeti şu fıkrayla özetleyebiliriz. 1931 yılının bir kış gecesi dört komünist toplantıdadır. Toplantının sonuna doğru Nazilerin giderek güçlenmesi ve iktidara gelme olasılıkların artması üzerine konuşurlar. Albert şöyle der: ‘Nasyonal Sosyalistler Almanya gibi kültürlü ve gelişmiş bir ülkede asla iktidar olamazlar. Alman halkı asla böylesi barbar bir topluluğa iktidarı teslim etmez’. Bruno daha da rahattır ‘Naziler iktidara gelseler bile uzun süre tutunamazlar ki, bariz cahillikleriyle ülkeyi idare edecek birikime sahip değiller. İki seneye kalmaz yıkılıp giderler”. Aralarında en rahatı ise Claus’tur. ‘Nazilerin iktidarı almaları aslında daha iyi, zira bu durumda çelişkiler artacak, işçiler gerçekleri görecek ve bu da daha güçlü bir anti faşist bilinç oluşturacak! Yaşamın diyalektiği bazen böyle çalışır’. Dietrich sessiz kalır hiç birine hak vermemekle birlikte, kafası karışmıştır ve ne diyeceğini bilemez. Üç sene sonra dört arkadaş Dachau temerküz kampında yine yan yana gelmiş, kurşuna dizilmeyi beklerlen Diterich arkadaşlarına dönerek ‘Gördünüz mü ....in diyalektiğini’ der.
Sözü afişlerin diliyle bitirelim. Dönem afişleri insanların propagandayla nasıl yönlendirilebildiklerine de kanıt teşkil etmekte. Burada ne görüyoruz? Sağı solu yumruklayan ‘hırçın’ komünist afişlerin aksine Nazilerin propagandası, güneşli güzel günlere inanan mutlu aileler, çalışkan işçi ve çiftçiler ile geleceğe güvenle bakan çocuklarla doluydu. 1933’te kendi halinde sıradan Alman vatandaşı bu afişlere baktığında ‘Mazallah komünistler gelirse kan gövdeyi götürür; Nazilere oy vermeli ki memlekete huzur gelsin’ demişti. Tarihin en militarist, şiddet eğilimli hareketi kendisini bu denli iyi gizlemeyi başarırken, karşıtlarının bu öfke dolu propaganda biçimleri toplumun aldanmasında etkili olmuştu.
[1] Tam künye:Colin Storer, Weimar Cumhuriyeti’nin Kısa Tarihi, çev. Sedef Özge, İletişim İstanbul,2015.
[2]Storer, a.g.e.s.196-199.
[3] Arthur Koestler, Militanlar, çev. Ülkü Öztürk, Karşı Kıyı, İstanbul, 2001, s.29.
[4] Koestler, a.g.e.s.28.
Comments