Yaratıcılık Ritüelleri 31 / Ümit Aykut Aktaş: "Bir daha hiçbir şey yazamayabilirim de, bunu bilerek tıkanma duygusu yaşamıyorum."
"Büyük bir kültür çölü olan ülkemizde, sorunlarla karşılaşmamak mümkün değil. Yaratıcılık süreçlerinin ekonomik bir katma değer yaratmadığı durumlarda -ki çoğunca yaratmıyor- üretiminiz büyük bir kitle tarafından anlamsız ve boşuna bir heves olarak konumlandırılıyor. Sizin gibi tüm sıkıntılara rağmen ısrarla kültür ve sanat ekosistemine katkıda bulunmak isteyen arkadaşlarınızla bir şekilde yolunuz kesişiyor ve dayanışma içine giriyorsunuz."
Semrin Şahin Yaratıcılık Ritüelleri'nde bu hafta Ümit Aykut Aktaş'ı ağırlıyor.
Yaratıcı sanatlarda akışta kalmanın, kendimizi yaratma anının içinde tutarak, sürüklenmeden kalabilmenin ne kadar zor olduğu bilinen bir gerçek. Bizi “an” a döndürecek bazı küçük totemler, seremoniler, bazı ritüellerin olmasının yaptığımız çalışma üzerinde odağımızı canlı tuttuğuna dair çalışmalar mevcut. Bu anlamda birçok yazarın günlük yazma alışkanlıkları olduğunu da biliyoruz. Yazmaya başlamadan önce yaptığınız ritüeller var mı?
Yaptıklarımdan çok, yapamadıklarım aklıma geliyor; kalabalık içerisinde yazamam, sözgelimi kafede yazamam. Tamamen yalnız olmam gerekiyor ve günün belirli saatlerinde düzenli yazmak yerine belirli kapanma dönemlerim oluyor. O süreçte başka hiçbir işle ilgilenmiyorum. Film izliyorum, kitap okuyorum, eski notlarımı karıştırıyorum. Zihnim sadece yazacağım metinle dolu oluyor. Önce belirli sahneler oluşuyor zihnimde. Karışık sahneler. Dört numara, on bir, yedi, üç… Bu yapbozu doğru sıralama ile yerleştirmeye çalışırken, spiralli defterlerim, ajandam yardıma yetişiyor ve kalemimin ucuyla düşünmeye başlıyorum. Uymayan parçaları çıkarıyor ya da uyacağı başka bir yapboz için saklıyorum. Son aşamada diz üstü bilgisayarım yardımıyla Word’e aktarıyorum, bu bir tür dizgi aşaması oluyor benim için. Sonra dosyayı kapatıp bir süre dinlendiriyorum. Kendimce son haline ulaştığını hissettiğim anda da öyküleri dergilere gönderiyorum.
Dr. Seuss olarak bilinen yazar ve illüstratör Theodor Seuss Geisel, geniş bir şapka koleksiyonuna sahiptir. İlham gelmediğinde, dolabının başına gider, koleksiyonundan seçtiği bir şapkayı takar ve fikir bulmayı beklermiş. Ne hikmetse mutlaka parlak bir fikirle şapkayı başından çıkarırmış. Siz yaratım tıkanması yaşıyor musunuz ve bu tıkanmayı aşmak için neler yapıyorsunuz?
Düzenli yazan biri değilim, bu yüzden fikir zihnimde iyice olgunlaşmadan notlar almaya başlamıyorum. İlk nüve yıllanmadan, görüntüler, imgeler derinlik kazanmadan yazı masasının başına oturmuyorum. Bunu yazma sürecinin doğal akışı olarak kabul ediyorum. Bir daha hiçbir şey yazamayabilirim de, bunu bilerek tıkanma duygusu yaşamıyorum sanırım. Ama olur da tıkanma duygusu yaşarsam; uyarıcıları arttırır, daha fazla kitap okur, film izler, müzik dinler ve deniz kıyısında yürüyüş yaparım diye düşünüyorum.
Yaratıcı çalışmalar yaparken hiç engellerle (iş ortamı, zamansal sorunlar, yazdıklarınızın görünür olmaması gibi engellerle) karşılaştınız mı? Bu engellerle nasıl mücadele ettiniz? Tam aksine sizi destekleyen ve yolunuzu açan kişiler oldu mu?
Büyük bir kültür çölü olan ülkemizde, bu sorunlarla karşılaşmamak mümkün değil. Yaratıcılık süreçlerinin ekonomik bir katma değer yaratmadığı durumlarda -ki çoğunca yaratmıyor- üretiminiz büyük bir kitle tarafından anlamsız ve boşuna bir heves olarak konumlandırılıyor. Sizin gibi tüm sıkıntılara rağmen ısrarla kültür ve sanat ekosistemine katkıda bulunmak isteyen arkadaşlarınızla bir şekilde yolunuz kesişiyor ve dayanışma içine giriyorsunuz. Bu konuda bana en çok katkısı olanlar dergiler ve dergi editörleri oldu diyebilirim. Özellikle Varlık Dergisi editörü Mehmet Erte’nin, altZine ekibinin, Mehmet Fırat Pürselim ve Fuat Sevimay’ın katkılarını inkâr edemem.
Yazmaya başladığınız dönemdeki duygularınızla şimdi hissettikleriniz aynı mı? Bu süreçte yazarlığınızda nasıl yol aldınız?
Şunu çok net olarak söyleyebilirim, her beş yılda bir değişiyor ve dönüşüyoruz. Aynı kişi olarak kalmıyoruz. Biten duygusal ilişkilerimizde bile eski partnerimizi değil, onun yanında mutlu olan eski halimizi özlüyoruz, yani eski beni. İlk yazdığımız metinlerde otobiyografik temalar ön plandayken yeni yazdığımız metinlerde kurmaca öğeleri çok daha baskın bir hal alıyor.
Yazar Julia Cameron “Sanatçının Yolu” adlı kitabında yazarların güçlerini toplamaları için sabah sayfalarından söz eder. Sabah uyanır uyanmaz yazmayı tavsiye eder. Siz sabah mı yoksa gece mi yazıyorsunuz? Yazma rutininiz nedir? Yazarken elinizin altında tuttuğunuz kitaplar var mı?
Daha çok belirli kapanma dönemlerim oluyor, hiçbir şey düşünmeden sadece metni düşündüğüm dönemler. Sabah ya da gece diye ayırt etmiyorum. Benim için ana yoğun olarak odaklanma esas mesele. Kapanma dönemlerinde mümkün olduğunca yalnız kalmaya çalışıyorum, sahilde yürüyüş yaparken müzik dinliyorum. Sevdiğim filmleri yeniden izlemeye çalışıyorum. Beni etkileyen kitapları karıştırıyorum, o anın ruhunu yakalamaya çalışıyorum.
Ben yaratmış olsaydım dediğiniz bir yapıt (tablo , öykü, şiir, beste vs…) var mı? Nedeniyle birlikte bu yapıtın sizin için anlamını açıklar mısınız?
Her on yılda bir değişiyor aslında ama uzun süredir değişmeyenler; Tatar Çölü, Barbarları Beklerken romanlarıyla Cortazar’ın Gece Yüzü Yukarıda öyküsü, keşke ben yazsaydım dediğim metinler.
Comments