Yaratıcılık Ritüelleri 38 / Dilek Karaaslan: “En iyi bildiğim yol, asla pes etmemek ve çalışmaya devam etmek.”
"Ben kendimi hep amatör yazar olarak görüyorum, öyleyim, öyle görmeye devam edeceğim. Çünkü bu, yeni öğrenmelerin yolunu açan ve heyecanı diri tutan bir şey. Edebiyat, belki klişe ama, bana göre sözcüklerle yaptığımız zihinsel bir yolculuk. Ben bu yolcu hâlini, yolda olma hâlini seviyorum. Beni eğlendiren, mutlu eden, teşvik eden taraf bu.”
Semrin Şahin, Yaratıcılık Ritüelleri söyleşilerinde bu hafta Dilek Karaaslan’ı ağırlıyor.
Yaratıcı sanatlarda akışta kalmanın, kendimizi yaratma anının içinde tutarak, sürüklenmeden kalabilmenin ne kadar zor olduğu bilinen bir gerçek. Bizi “an” a döndürecek bazı küçük totemler, seremoniler, bazı ritüellerin olmasının yaptığımız çalışma üzerinde odağımızı canlı tuttuğuna dair çalışmalar mevcut. Bu anlamda birçok yazarın günlük yazma alışkanlıkları olduğunu da biliyoruz. Yazmaya başlamadan önce yaptığınız ritüeller var mı?
Kendimizi yaratma anının içinde tutmak, sürüklenmeye, dağılmaya karşı koymak çoğumuz gibi beni de zorlayan bir şey. Bunun için hem çalışmayı çok sevmenin hem her ne yapıyorsak yaptığımız işe adanmışlığın gerekli olduğunu düşünenlerdenim. Yazma becerisini, edebi bir metni, ya da herhangi bir yeteneği, bir sanat eserini ortaya çıkarabilmek, yalnızca, bireyin isteğine, isteğinin şiddetine, azmine, bazen inadına, bazen de hırsına bağlı olarak ortaya çıkabiliyor. Bunun için her şeyi dışarıda bırakıp yalnız kalmayı, sonra değerine öncelikle kendimizi ikna edebileceğimiz düzeyde bir metni/ eseri ortaya koyabilecek kadar çok çalışmayı kabul etmek gerekiyor. Internet ve sosyal medya çağından (iki binlerden) önce herhangi bir konuda çalışmak, odaklanmak çok daha kolayken şimdilerde yazan, okuyan zihin işçiliği yapan ya da sanatla uğraşan herkesin, dikkatimizi kolaylıkla dağıtan ve üretim sürecini olumsuz etkileyen televizyon, sosyal medya, Internet, aşırı sosyal yaşam ve benzerlerinden bütünüyle değilse de en azından zaman sınırlaması yaparak kendini koruması lazım. Bundan sonra sıra odaklanmaya geliyor elbette. Benim kendi minik ritüelim ya da olmazsa olmazım, eğer evde çalışıyorsam mutlaka, sakin tonda klasik ya da caz müzik dinlemek, perdeleri kapayıp fazla ışığı kesmek ve belki çok sıradan olacak ama illa ki, bir fincan sert kahve. Eğer odaklanma sorunum gün boyunca sürüyorsa, bir sonraki günü herhangi bir kafede ya da ortak çalışma mekanlarından birinde geçiriyor ve orada çalışmayı tercih ediyorum. Böylelikle o gün evde yapmam gereken tüm gereksiz işleri kafamdan çıkardığımdan daha kolay odaklanabiliyorum.
Dr. Seuss olarak bilinen yazar ve illüstratör Theodor Seuss Geisel, geniş bir şapka koleksiyonuna sahiptir. İlham gelmediğinde, dolabının başına gider, koleksiyonundan seçtiği bir şapkayı takar ve fikir bulmayı beklermiş. Ne hikmetse mutlaka parlak bir fikirle şapkayı başından çıkarırmış. Siz yaratım tıkanması yaşıyor musunuz ve bu tıkanmayı aşmak için neler yapıyorsunuz?
Genel olarak yazılacak konuyu ya da fikri bulmakta zorlanmıyorum. Asıl zorluk, güzel bir fikir bulduktan sonra başlıyor. Fikrin okura da ilginç gelmesini ve okumaya değer bulmasını sağlamak gerekiyor. Aklımıza gelebilecek her konunun, fikrin, yıllardır defalarca yazıldığını düşünürsek yeni ve ilginç fikir bulmak oldukça zor. Kendi adıma, en azından yazdıklarıma yeni bir bakış açısı katabilmeyi, okuru metne yaklaştırabilmeyi önemsiyorum. Bazı hikâyelerin kendini açtığını ve kolayca yazılmak istediğini düşünüyorum. O hikâyeleri akıcı bir şekilde ve rahatça yazıyorum, bazılarındaysa çok zorlanıyorum. Bazen o öyküleri defalarca yarım ya da en başındayken bırakıp sonra tekrar başlıyorum. Hatta öyle oluyor ki, yazmamam mı, gerekiyor, diye düşündüğüm oluyor. Ama çoğunlukla inat edip masada, bilgisayarın başında, düşünmeye devam ediyorum. Benim çözümüm, tıkandığımı hissettiğim bir konuda daha fazla düşünmek. Düşünürken yerimden kalkmadan sevdiğim bir öykü ya da bir bölüm kitap okumak da yararlı oluyor, zihnimde uyarıcı etki yapıyor. Yeteri kadar düşünürsem mutlaka o tıkanmayı aşıyorum. Bazen de duruma göre o metni bir süre, bir kenarda bekleterek çözüyorum sorunu. Siz her ne kadar bir köşeye koysanız da zihniniz arka planda o sorunu işlemeye devam ediyor çünkü.
Yaratıcı çalışmalar yaparken hiç engellerle (iş ortamı, zamansal sorunlar, yazdıklarınızın görünür olmaması gibi engellerle) karşılaştınız mı? Bu engellerle nasıl mücadele ettiniz? Tam aksine sizi destekleyen ve yolunuzu açan kişiler oldu mu?
Elbette, her yazar ya da yazan bireyin karşılaştığı sorunlarla ben de karşılaştım. Emekli olmadan önce yazmaya yeterince zaman bulamıyordum, herkes gibi. Yalnızca geceleri ve hafta sonları yazıyordum. Emeklilikten sonra da ebeveynlerimin sağlık sorunları nedeniyle yine zaman kısıtım devam ediyor ama eskisine göre daha rahatım tabii. Yazmaya yeni başlayanlar için dergilere gönderilen öykülere cevap alamamak ya da hep ret cevabı almak gerçekten can yakıcı. Ama şimdi çok fazla edebiyat portalları, Internet siteleri, fanzinler, e dergiler var. Dolayısıyla yazmaya yeni başlayanların kendilerini tanıtabileceği mecraların sayısı arttı. Nitelikli edebiyat dergileri iki elin parmaklarını geçmeyecek kadar az olduğundan oralarda yayımlatmak daha zor. Bunların çoğunda öykülerim yayımlandı. Ama zamanla oldu tabii, birden değil. Bunun için biraz sabırlı olmak gerekiyor. Bunlar hepimizin geçtiği ya da geçeceği yollar. Benim en iyi bildiğim yol, asla pes etmemek ve çalışmaya devam etmek. Bir öyküyü ilginç ve farklı bir bakış açısıyla, kendi sınırlarını zorlayarak olabilecek en iyi versiyonunda yazmak, yayımlanmak için en doğru yol gibi geliyor bana. Öte yandan çoğu dergide, zaman ya da başka problemler nedeniyle çoğu öykünün hiç okunamadığını ve basılı dergilerde yayımlanabilecek öykü sayısının son derece sınırlı olduğunu da unutmamak gerek. Sorunuzun son kısmına gelince, ben 2014’den bu tarafa yazıyorum. Bu konuda her zaman minnet ve gönül borcuyla anacağım iki isim var; biri yıllarca derslerine katıldığım ve ondan çok şey öğrendiğim, gerek Notos gerekse Oggito’da bir çok öykümü yayımlayan sevgili Semih Gümüş, diğeri sabrıyla, teşvik etmesiyle bana ve birçok arkadaşıma ışık olan sevgili Ethem Baran.
Yazmaya başladığınız dönemdeki duygularınızla şimdi hissettikleriniz aynı mı? Bu süreçte yazarlığınızda nasıl yol aldınız?
Ben kendimi hep amatör yazar olarak görüyorum, öyleyim, öyle görmeye devam edeceğim. Çünkü bu, yeni öğrenmelerin yolunu açan ve heyecanı diri tutan bir şey. Edebiyat, belki klişe ama, bana göre sözcüklerle yaptığımız zihinsel bir yolculuk. Ben bu yolcu hâlini, yolda olma hâlini seviyorum. Beni eğlendiren, mutlu eden, teşvik eden taraf bu. Basılmak, çok okunmak, popüler olmak gibi motivasyonları minimumda tutarak kafamda kurguladığım kendi edebiyat adamda yaşamak ve orayı güzelleştirmek niyetindeyim. Yazdığım ilk öykülerdeki heyecanı kaybetmeden, en iyi dili, kurguyu, anlatımı aramaya devam ediyor ve coşkumu diri tutmaya çalışıyorum.
Yazar Julia Cameron “Sanatçının Yolu” adlı kitabında yazarların güçlerini toplamaları için sabah sayfalarından söz eder. Sabah uyanır uyanmaz yazmayı tavsiye eder. Siz sabah mı yoksa gece mi yazıyorsunuz? Yazma rutininiz nedir? Yazarken elinizin altında tuttuğunuz kitaplar var mı?
Sabahları çok erken kalkan, güne erken başlayan biriyim. Ancak bazı meşguliyetler nedeniyle yalnızca akşamları yazabiliyorum. Sabah çok acil bir işim yoksa erken saatte örneğin saat yedi, sekiz arasında okumayı çok severim. Eğer hiçbir işim yoksa o günün tamamını yazarak geçirebilirim. Yani çok planlı değil belki ama, düzensizliğin içinde tutturduğum bir düzenim var yine de. Sürekli elimin altında olan neredeyse altmış, yetmiş civarı kitabım var. Hepsi türünün en güzel örnekleri. Zaman kipleri, anlatım biçimleri, anlatıcı, imla, öykü konuları vb. gibi konularda referans kitaplarım. David Constantine, Claire Keegan, Ralf Rothmann, Rachel Seiffert, Raymond Carver, Bilge Karasu, Sait Faik, Vüsat Bener, Kadri Öztopçu, Aslı Erdoğan, Ethem Baran, Behçet Çelik, Barış Bıçakçı’nın en az birer kitabı mutlaka çalışma masamda durur. Yazmaya başlamadan önce birinden biraz okurum.
Ben yaratmış olsaydım dediğiniz bir yapıt (tablo, öykü, şiir, beste vs…) var mı? Nedeniyle birlikte bu yapıtın sizin için anlamını açıklar mısınız?
Aslında çok var. İyi yazılmış öyküleri, romanları, herhangi bir yazarın oluşturduğu yeni bir dili, biçimi hep biraz kıskanırım, olumlu anlamda tabii. Bu ölçekte bir şey yazabilir miyim ya da yazabilecek miyim ya da ben de böyle düşünebilir miyim, duygusu. İki örnek vereyim: Murathan Mungan’ın tüm deneme seçkilerini çok severim ama, “187”nin özel bir yeri vardır benim için. Deneme böyle de yazılır, dedirten, dili neredeyse şiirle buluşan özel bir türdür bana göre. Şiirsel bir anlatımı vardır, duyguların en ince hâli, kendini eleştirmenin en acımasız hâliyle yan yanadır. Fikrine katılmasanız bile satırlar ruhunuza işlediği için yavaştan onayladığınızı duyumsarsınız. Saptamalarını düz yazı mantığında değil, şiire yakın cümlelerle anlatır. Kitap şu an elimde değil ama hatırladığım kadarıyla şu en vurucu cümlelerden biriydi; “İnsanın kendinden menkul bir değer yaratması, yükte hafif, pahada ağır.” Roman olarak Bilge Karasu’nun “Gece”si bana böyle düşündürten eserlerden bir diğeridir. Ben yazmış olsaydım, yerine “İyi ki, yazılmış da bu metni okuyabilmişim,” demiştim, öyle hatırlıyorum. “Gece” epeyce hacimli bir kitap. Baştan sona bildiğimiz, uyuduğumuz geceyi, ortam, ülke, iyiler, kötüler gibi çeşitli anlamlara gelebilecek ve aynı zamanda romanın ana karakteri/öznesi olabilecek şekilde, müthiş bir metafor olarak tanımlıyor yazar. Alegorik, metaforlarla dolu, kapalı, defalarca okunarak katmanları açılabilecek bir başyapıt bana göre. Karasu, 1991 yılında bu eseriyle Amerikan Pegasus ödülünü alan ilk ve Türk yazar oluyor.
Comments