Yaratıcılık Ritüelleri 4 Oylum Yılmaz: "Yazıyla disiplinsiz, başına buyruk ve hiç telaşı olmayan bir ilişkim var."
Yazarların yaratım süreçlerine odaklanan "Yaratıcılık Ritüelleri Söyleşileri"nde Semrin Şahin'in bu haftaki konuğu, Oylum Yılmaz. "Ben de isterdim açıkçası, bir mürekkep şişesine ya da sessiz sakin sadece bana ait bir ana sahip olarak yazmak, özenmiyor değilim. Ama bunlara saplanır kalırsam yazamam. Bağım sadece edebiyata ve yazıya" diyen Yılmaz'la günlük alışkanlıklarından yazıyla kurduğu ilişkiye dair derinlikli bir söyleşi yapıyor Şahin. İlham dolu, keyifli okumalar.
Yaratıcı sanatlarda akışta kalmanın, kendimizi yaratma anının içinde tutarak, sürüklenmeden kalabilmenin ne kadar zor olduğu bilinen bir gerçek. Bizi “an” a döndürecek bazı küçük totemler, seremoniler, bazı ritüellerin olmasının yaptığımız çalışma üzerinde odağımızı canlı tuttuğuna dair çalışmalar mevcut. Bu anlamda birçok yazarın günlük yazma alışkanlıkları olduğunu da biliyoruz. Yazmaya başlamadan önce yaptığınız ritüeller var mı?
Yazdığım metnin dilini, sesini, ritmini bulmak ve bunları metnin sonuna kadar yitirmeden devam ettirmek benim en öncelikli derdim. Bu nedenle yazının başına her geçtiğimde yazdığım ilk kelimeden son kelimeye kadar baştan okuyorum. Bunu öyle çok ve sık yapıyorum ki, roman bittiğinde -kısa romanlar yazdığımı da göz önüne alırsan- neredeyse hepsi ezberimde oluyor. Ritüelse eğer tek ritüelim bu. Çünkü benim bir yazı masam, kendime özel bir çalışma odam ya da alanım yok. Bulduğum her yerde, içime kapanıp yazmaya çalışıyorum, mutfak masasında, parklarda, kütüphanelerde, kafe köşelerinde, çay bahçelerinde… Fark etmiyor. Hayatın günlük akışı içinde o anın yazmaya müsait köşesini ne zaman denk getireceğim belli olmadığı için de, yazma işini, vazgeçilemeyen bir kaleme, kaybolmaması gereken bir not defterine, uçucu bir kokuya, tekrarlanan bir müziğe bağlı kalmadan yapmam gerekiyor. Ben de isterdim açıkçası, bir mürekkep şişesine ya da sessiz sakin sadece bana ait bir ana sahip olarak yazmak, özenmiyor değilim. Ama bunlara saplanır kalırsam yazamam. Bağım sadece edebiyata ve yazıya.
Dr. Seuss olarak bilinen yazar ve illüstratör Theodor Seuss Geisel, geniş bir şapka koleksiyonuna sahiptir. İlham gelmediğinde, dolabının başına gider, koleksiyonundan seçtiği bir şapkayı takar ve fikir bulmayı beklermiş. Ne hikmetse mutlaka parlak bir fikirle şapkayı başından çıkarırmış. Siz yaratım tıkanması yaşıyor musunuz ve bu tıkanmayı aşmak için neler yapıyorsunuz?
Metnin başına geçip yazamadığım hiç olmadı. Ama romanın ortalarına doğru bir yerde, hep duruyorum, bazen aylar süren bir durma hali bu, ortaya çıkan şeyin heyecanı, endişesi, gerilimi beni sarıyor. Baş edebilmek için kendime zaman veriyorum, metinle arama biraz mesafe koymak istiyorum. Yazar tıkanması gibi değil de, yazarın bir durup soluk alması gibi. Her seferinde olduğu için de artık endişelenmiyorum. Acelesi olan, her bir ya da iki yılda bir okuruna roman borçlu olan bir yazar değilim. Edebiyatla disiplinsiz, başına buyruk ve hiç telaşı olmayan bir ilişkim var. Öyle olmasaydı, o tıkanma dediğimiz şeyi yaşardım büyük ihtimalle. Eğer yazmanız "gerekli"yse bir yerde mutlaka tıkanırsınız çünkü.
Ve son bir şey, özellikle romana çok yoğunlaştığım dönemlerde yazmakla eş zamanlı olarak mutlaka el işleri yapıyorum. Örgü, dantel, nakış, ekip biçmek gibi bahçe işleri vs. Her dönem farklı oluyor. Ağaçların Rüyası’nı yazarken YouTube videoları izleyerek oyuncak bebek yapmayı öğrendim. Özellikle üç boyutlu olarak çalışmak yaratıcılığımı olumlu anlamda etkiledi. Yazınsal düzlemde bir karakter yaramaya çalışırken, onu ellerimle üç boyutlu olarak yapmaya çalışmak aynı zamanda eğlenceliydi de.
Yaratıcı çalışmalar yaparken hiç engellerle (iş ortamı, zamansal sorunlar, yazdıklarınızın görünür olmaması gibi engellerle) karşılaştınız mı? Bu engellerle nasıl mücadele ettiniz? Tam aksine sizi destekleyen ve yolunuzu açan kişiler oldu mu?
Yazmak benim için bir varoluş mücadelesi. Hayata sarılır gibi yazıyorum ben Semrin. Ve dünyanın kendisi, yekpare, benim yazma mücadelem önünde bir engel! Gündelik hayatın, yetişkinliğin getirdiği sorumluluklar, anne olmanın verdiği ezici sorumluluk ve suçluluk duygusu, maddi kaygılar, edebiyatı çalışmaktan saymayan komşular, ahbaplar, dostlar, bitmeyen mesaj sesleri, yerli yersiz çalan telefonlar, cevaplanmayı bekleyen elektronik postalar, kaynayan tencereler… Bunlar hep engel. Bu engelleri bir şekilde aşabilip ortaya bir roman çıktıktan sonra da, okuruna ulaşma mücadelesi başlıyor tabii. Eril edebiyat kanonu, networkler, satış pazarlama stratejileri içinde kaybolup gitmek işten değil. Üstelik geldiğimiz noktada her yazarın kendi kendinin kariyer temsilcisi de olması bekleniyor. Yazdıklarının kuvvetinden ayrı, iyi bir kariyeristsen daha görünür oluyorsun. Amiyane tabirle, bu işi de biraz kıvırmak gerekiyor. İşte bu da engel! Ama sakin ve inatçı bir savaşçıyım ben. Asla pes etmiyorum. Hayat en iyi mücadele yolunun edebiyatı yaşamın merkezine almaktan geçtiğini öğretti bana.
Yazmaya başladığınızdaki dönemdeki duygularınızla şimdi hissettikleriniz aynı mı? Bu süreçte yazarlığınızda nasıl yol aldınız?
Çok değişti, hiç değişmedi. İlk zamanlardaki kadar acemiyim hala ama artık daha heyecanlıyım, her yeni romanda beni bekleyen ruhsal ve zihinsel bir değişim olduğunu şimdi daha iyi biliyorum çünkü.
Yazar Julia Cameron “Sanatçının Yolu” adlı kitabında yazarların güçlerini toplamaları için sabah sayfalarından söz eder. Sabah uyanır uyanmaz yazmayı tavsiye eder. Siz sabah mı yoksa gece mi yazıyorsunuz? Yazma rutininiz nedir? Yazarken elinizin altında tuttuğunuz kitaplar var mı?
Ben sabahçıyım. Çok erken kalkmayı sevmiyorum ama sabahları günlük hayatın akışı başlamadan sakin kafayla okumayı ve yazmayı tercih ediyorum genellikle. Romanın başlarında böyle çalışıyorum. Ancak bir noktadan sonra yazmadan duramadığım ve romanın bitmek istediği bir zaman dilimi geliyor. İşte o zaman gece, gündüz, sabah, akşam demeden, fırsat bulduğum her an durmadan yazıyorum. Her romanda kafaya taktığım birkaç kitap oluyor, genellikle kurgu dışı. Markete giderken bile onları yanımda taşıyorum. Niye diye sorma ama!
Ben yaratmış olsaydım dediğiniz bir yapıt (tablo , öykü, şiir, beste vs…) var mı? Nedeniyle birlikte bu yapıtın sizin için anlamını açıklar mısınız?
Sanata ve müziğe heves edemem asla. Bunu ben yapsaydım dediğim bir besteyi hayal bile edemiyorum mesela. Bana, özellikle müzik büyü gibi geliyor. Hayranlıkla içinde durabiliyorum sadece. Ama edebiyatta ben yazsam dediğim o kadar çok roman var ki… Saymakla bitmez. İçlerinde biri müstesna, Murathan Mungan’ın Şairin Romanı adlı kitabını okuduğumda çarpılmıştım. Hem gerçek anlamda fantastik bir dünya kuruyor bu romanında Mungan hem de harika bir kurguya muhteşem bir dil eşlik ediyor Şairin Romanı’nda. Yazmaya başladığım ilk günden beri fantastik kurgunun bizim dilimizdeki ve kültürümüzdeki imkanları üzerine düşünüyorum. Murathan Mungan tek bir kitapla tüm sorularıma cevap vermiş gibi hissediyorum her okuduğumda. Keşke ben yazsaydım diyorum, yalan yok, kıskanıyorum!
Comments