“Normallik büyük bir yalandır.”
Şule Tüzül, Arjantinli yazar Samanta Schweblin’in Yedi Boş Ev isimli kitabı üzerine yazdı: "Schweblin, sanat eserine dönüştürülemeyen evlerin ve bu nedenle o evlerde yaşayan deliliğin sınırlarında kahramanların hikâyelerini anlatıyor öykülerinde."
Ursula K. Le Guin, Sözcüklerdir Bütün Derdim isimli kitabında yer alan Bir Sanat Eserinde Yaşamak başlıklı yazısında, yaşadığımız evin hayatımızda ne kadar önemli bir yere sahip olduğunu, hayatımızı, karakterimizi nasıl şekillendirdiğini, yaptığımız her işi ve yaşam çizgimizi belirleyen tercihleri nasıl etkilediğini anlatır. “Ev, en nihayetinde sadece bir kabuktur ve gerçek ilgi alaka onun içinde yaşayacak olanlardan gelmelidir. Eğer bu süreç dikkatlice ve samimiyetle gerçekleştirilirse, hane halkına tatmin hissini ve diğer her şeyi sunacaktır; ayrıca zihin üzerinde müzik, şiir ya da herhangi bir insani deneyim dahilindeki sağlıklı bir faaliyet ile aynı etkiye sahiptir,” der. Yazının başka bir yerinde ise şunu söyler: “Bir evin güzelliği, içinde ikamet edilmesiyle hayat bulur ve potansiyelini gerçekleştirebilir.”
Le Guin yazısında, bir süre uzak kalsa da, doğup büyüdüğü, ölümüne kadar yaşadığı evi anlatır. Anne ve babası, onların vefatından sonra eve yerleşen Le Guin ve ailesi bu evi gerçekten de kendileri için bir sanat eserine dönüştürürler. Le Guin’in hem kendi yaşamını hem de biz okurlarının yaşamını, yazdıklarıyla bir sanat eserine dönüştürmesi gibi… Ev yaşamımızda o kadar önemlidir ki, Le Guin yazısını şu cümlelerle sonlandırır:
“Bu yazıyı yazarken, bir romanın nasıl olması gerektiğine ilişkin fikirlerimin çoğunu, en nihayetinde o evde yaşayarak öğrenip öğrenmediğimi merak ettim. Eğer öyleyse, belki de tüm hayatım boyunca o evi kelimelerle yeniden inşa etmeye çalışmışım.”
Arjantinli yazar Samanta Schweblin’in Yedi Boş Ev isimli kitabında ise odağına evi alan yedi farklı öykü bulunuyor. Schweblin, sanat eserine dönüştürülemeyen evlerin ve bu nedenle o evlerde yaşayan deliliğin sınırlarında kahramanların hikâyelerini anlatıyor öykülerinde. İçinde yaşayanların gerçek ilgi alaka göstermediği ya da gösteremediği, bu nedenle güzelleştiremediği, bu nedenle sağlıklı bir yaşama katkı sağlayamayan evlerde yaşayan kahramanlar, sonucunda ise normalin dışında, deliliğin sınırlarında gezen, gerilimi yüksek, absürt öyküler…
Yedi Boş Ev’in öykü karakterlerine deli diyemeyiz, normal de diyemeyiz. Zaten “normal” nedir ki… Samanta Schweblin “Normallik büyük bir yalandır,”* diyor. Yedi Boş Ev’in kahramanları yaptıklarıyla ve yaşadıklarıyla bizi gerilime sürükleseler de kitabı bitirdiğimizde hiçbirini yadırgama ya da yargılama hakkını bulamıyoruz kendimizde. Edebiyat, anlatır gibi görünse de anlamak üzerine kurulu bir dünya. Yazar ve okur bu anlama yolculuğunun ortaklığında büyülü bir dünyada buluşuyorlar. Yedi Boş Ev’i bitirdiğimizde öykülerin kahramanlarını yadırgamak bir yana, anlıyoruz, yakın hissediyoruz. “Anlayınca insan bütün dünyayı sevebiliyor diye düşünüyor,” diye bir cümle geçer ya Ayfer Tunç’un Kuru Kız’ında, bu nedenle olsa gerek, Yedi Boş Ev’deki öykülerin tüm absürtlüğüne tüm gerilimine rağmen, şahane bir edebiyat eserini okumuş olmanın leziz tadı kalıyor damağımızda.
Yedi Boş Ev’i çarpıcı ve güçlü bir kitap yapan en önemli etken elbette öykülerde geçen sıra dışı yaşamlar. Ancak Samanta Schweblin’in son derece sade ve basit dili olmasa, hikâyelerin okura bir tokat gibi inen sarsıcılığını bu kadar keskin hissedemezdik. Hikâyeler o kadar alışılmışın dışında ki, her öykünün daha ilk cümlesinde öykünün içine çekiliyoruz ve o ilk cümleyle okuru saran merak ve gerilim son cümleye kadar şiddetini koruyor. Kitapta altı çizilecek bir tane bile cümle bulamadım. Ama her cümle öykünün bir parçası olarak çarpıcıydı. Bu basit ve sade dilin diğer önemli özelliği ise ironisi. Dildeki ironi öykülerin gerilimini dengeliyor, okura nefes alacağı alanlar sağlıyor. Hem bu ironi hem de gerilimin etkisiyle kendinizi sık sık gülümserken bulabiliyorsunuz. Bu aşamada kitabın çevirmeni Emrah İmre’ye, bu şahane öykülerin ruhunu ve gizemini Türkçeye taşıyarak okumamızı sağladığı için teşekkür ve takdirlerimi sunarım.
Bu öykülerdeki kahramanlar neden normal dışılar, neden delirmenin sınırındalar? Bir insan neden delirir? Bu öyküler özelinde bu soruların cevabının varoluş sorunları olduğunu söyleyebilirim. Var olamazsak bu hayata nasıl katlanabiliriz? Var olmak içinse bir şey üretmemiz, ürettiğimiz şeyin ise bir kıymeti olması lazım. Diyelim ki hiçbir yerde, hiçbir alanda var olamadık. Ama hala bir şansımız var: evimiz. Katıksız kendimiz olabildiğimiz, katıksız özgür olabildiğimiz yer. Peki evimizde bile var olamazsak, bu şans elimizden alınırsa…
Bugün yaşadığımız dünya evlerimizin içine kadar giriyor. Devletler, iktidarlar, siyasi uygulamalar, toplum, yakın ve uzak çevremiz, ailemiz evimizdeki var oluşumuzu kısıtlayabilirler. Bize delirmekten başka şans bırakmayabilirler. Özgür olmak için tek şans kalıyor bu durumda: delirmek… Bu kapsamda Yedi Boş Ev öyküleri için siyasi yönü güçlü öyküler de diyebiliriz. Schweblin, öyküleriyle toplumu, devleti, iktidarın her türünü, kapitalizmi, aileyi eleştiriyor.
Kitabı henüz okumayanlar da bu yazıyı okuyabilir düşüncesiyle öykülerin içeriğine, öykülere absürt dememize neden olan olaylara hiç girmiyorum. Çünkü her cümlesi ile okuru şaşkına çevirecek öyküler sizi bekliyor. Ancak bu öykülerde yaşlılık, çocukluk, kadınlık, alzheimer, ölüm, zenginlik-fakirlik gibi kavramların ve durumların ele alındığını söyleyebilirim. Hem durum hem olay öyküsü diyebiliriz her birine.
Öykülerin hepsi aynı ağırlıkta, yani hiçbiri diğerinin önüne geçmiyor, okura eşit mesafede bir yakınlıkta duruyorlar. Yani her birinin bizi sarsma şiddeti birbirine yakın. Yine de Mağaramsı Nefes isimli öykü, kitabın hem en uzun öyküsü hem de üzerinde durulması gereken öykülerden. Öykünün ana kahramanı Lola üzerinden bir Alzheimer hastasının yaşadıkları anlatılıyor. Schweblin, Lola karakterini yakın bir akrabasından esinlenerek yaratmış, onu anlama çabasının bir sonucu olarak öykü yolunu bulmuş. Editörler Schweblin’den bu öyküyü roman yapmasını istemişler. Cevabı şu olmuş: “Zehir şişesi ne kadar küçükse, zehir o kadar güçlüdür.”**
Samanta Schweblin aslında sinema okumuş. Ama çocukluğundan beri yazar olmak istemiş. Okuma yazma öğrenmeden önce kurguladıklarını annesine yazdırırmış. Sinema okuma nedeni ise edebiyat lisansı yapmak istememesi. Sinema okumuş olmasının öykülerinde etkisi büyük; tüm sahneleri gözünüzde canlandırabiliyorsunuz. Öykülerin okurdaki etkisini güçlendiriyor bu durum.
Edebiyat o kadar büyülü bir dünya ki; insana dair temel meseleler yüzlerce yıldır binlerce yazar tarafından kurgulanıyor, bir konuya dair artık ne söylenebilir ki derken her zaman bir yazar çıkıyor, bizi şaşırtmayı, sarsmayı, hayran bırakmayı başarıyor. Ne mutlu biz okurlara; Samanta Schweblin, yepyeni ve şahane bir heyecan olarak edebiyat dünyamızı kasıp kavurmaya devam edecek…
YEDİ BOŞ EV
Samanta Schweblin
Can Yayınları, 2022
Çeviri: Emrah İmre
128 s.
Comments